21 Temmuz 2010 Çarşamba

Bitti. Bitmedi..

Bugün Berlin'de son günüm. Gece uçağa binip eve dönüyorum.
En başında söylediğim gibi, mevsimler değişti, kış geçti yaz geldi ve dolayısıyla bu blog da tamamına erdi.
Peki benim Berlin maceram? Bitti mi? Galiba hayır. Belki de her şey daha yeni başlıyor..

15 Temmuz 2010 Perşembe

Ich bin eine Berlinerin?..

Başta hafiften kafayı sıyırmama sebep olan her simaya aşinalık hissi zamanla yerini mahalleliyi tanımaya ve hafiften selamlaşmaya bıraktı. Çok fazla çevrem olduğunu da zannetmiyorum ama sağda solda bir şekilde birileriyle karşılaşıveriyorum. Geçen hafta bir gün kardeş de buradayken birkaç saat içinde tam 5 tane tanıdık gördüm ve korkmaya başladım: yoksa yerli mi oluyorum? Gerçi Berlin'de şehirli - taşralı ("dışarı"lı) ayrımı o kadar flu ki belki de artık Berlinerin olmayı hak etmişimdir..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Ne var ne YOK? - 5 (Erik)

Haziran başında İstanbul'dayken açıkalanamaz bir gaflet içinde nefsimi köreltecek kadar erik yemeyi ihmal ettim. Etmişim. Nefsi köreltmek ne kelime, kursağımdan üç dört erik geçtiyse iyidir. Halbuki gurbetçi arkadaşlardan biliyordum eriğin yaban ellerde bulunması en zor nanelerden olduğunu.
Gerçi Berlin'de pazarda ya da Kreuzberg'deki marketlerde bulabilirdim ama benim aklım başıma gelene kadar mevsimi geçmiiiş gitmiş.. Berlin bana eriksiz bir yaza mal oldu, derhal telafi yolları düşünmeli!

13 Temmuz 2010 Salı

Eis

Etrafımdaki insanlar benimle aynı kanaati nedense paylaşmıyorlar ama bence Berlin'de dondurmacı enflasyonu var. Her köşe başında bir eis tabelası ve herkesin elinde külâhta ya da kâsede dondurma. Günlük dondurma tüketimi sadece bununla da kalmıyor. İnsanlar deli gib dondurmalı kahve (eiskaffee) ya da prosecco ya da roze şarap da içiyor.
Evet, "dondurmayı kim sevmez ki, herkes sever!"; yine de bu kadar sık karşıma çıktığı için galiba benim gözüm doydu. Olur da kestanelisi denk gelirse - gelmez ya - belki..

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Birkenstock

Bütün kış kar yağmur çamur demeden genellikle topuklu cici bici ayakkabılarımla dolaştığım için bir sürü insanın bitmez tükenmez garipsemelerine maruz kaldım. Bir türlü de anlatamadım yüksek topuklarla hakikaten rahat ettiğimi ve meselenin şık latifelikten öte olduğunu.
Yaz geldiği için artık chic ayakkabılarım çok göze batımıyor ama bu sefer de insanlar Birkenstock terliklerime şaşırıyor. Benim için fazla spor, fazla rahat, fazla düzmüş.. Aslında yalan da değil, ama şu sıralar Berlin'de neredeyse her yerin bahçesine kum döktüğü düşünülürse geriye fazla seçenek kalmıyor. Üstelik bence bu terliklerin rahatlık-estetik dengesi gayet makul. Seviyorum..

11 Temmuz 2010 Pazar

En sıcak gün!

Hafta boyunca hava ısındı ısındı ısındı ve neticede Pazar günü yılların rekoru kırıldı(mış)! 37 derece. İstisnasız herkes lafa "sıcak.." diye başlarken biz kardeşle amma da büyütüyorlar diye kikirdemeden edemedik. Hele de haberlerde durmadan gösterdikleri trende fenalaşma vakaları bize biraz fazla nazeninlik gibi bile göründü.
Yine de kabul etmeli ki ciddi ciddi sıcaktı, bisikletimin selesinin güneşte eriyip, siyah renkli bir sakız kıvamına dönüştüğünü görünce ben de hafiften paniklemedim değil..

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Curry Wurst

Gelmeden önce ben başkalarına soruyordum, şimdi de ziyaretçiler bana soruyor: "nedir yani Alman mutfağı, var mı böyle bir şey?" Görebildiğim kadarıyla olup olan koyu renk soslarla servis edilen etler ve çeşit çeşit patates garnitürleri. Yani çok özel şeyler olduklarını düşünmedim hiç.
"Mutfak" tanımının inceliğine ne kadar ayak uydurabilir bilmiyorum (hepi topu 1.50'ye satılan bi nane) ama bence en kayda değer Berlin spesiyalitesi wurst. Elbette bu coğrafyanın her köşesi sosis cenneti, ama buradaki büfeler sosisin üstüne curry serpmek gibi bir buluş geliştirivermişler ve pek tutmuş.
"Pis bi şey" yemeyi özleyip de kokoreç bulamayanlara birebir!

9 Temmuz 2010 Cuma

İyi ki doğdu!

Şubat'ta dona dona bi hal olmasına rağmen Berlin'i pek seven kardeş, sabır ve sebat edip yine geldiği için şehrin çok daha "misafirperver" - aslında nedense en iyi kelime user friendly gibi geliyor - halinin tadını çıkarabildi.
Temmuz'u kendime tatil ilân ettiğim için pek güzel aylaklık yaptık: Patti'yi dinledik, gündüz kokteylleriyle çakır keyif olduk, ne kadar maç varsa izledik, bisiklet tepesinde fırıl fırıl dolandık, güldük, eğlendik..
İyi ki geldi! İyi ki doğdu!

8 Temmuz 2010 Perşembe

Landwehrkanal

Berlin'de ilk haftasonumda sızılı bir yalnızlık ve hüzün hissetmiş, kafam dağılsın diye dolaşmaya çıkmaya karar vermiştim. Haritaya şöyle bir göz atarken şehrin ortasında ince bir hat açan kanal - nehir değil - ilgimi çekmiş, Paris'te en sevdiğim yerin Canal St. Martin olduğunu düşünüp yola çıkmıştım.
İlk gidişimde sevmeme rağmen aylar boyunca- tabii hava muhalefeti yüzünden - ayak basmadığım kanal, şimdilerde her gün bir kenarından muhakkak geçtiğim, favori bisiklet, piknik, yürüyüş, akşam birası, vesaire mekânım.
Sevdiğim yani özlenecek şeyler, yerler günbegün artarken, günler azalıyor..

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Club Mate

Geldiğimden beri herkesin elinde bu şişeleri görüp bir anlam veremiyordum. Bir keresinde biri önermişti, bira mı diye sorup, hayır cevabını alınca reddetmiştim. Havalar burada gerçek anlamda ısınınca - inanmazsınız şehir 37'yi gördü ve kendinden geçti.. - içinde alkol olmayan soğuk içecek arayışı ciddi bir mücadeleye dönüştü. Ve kendisiyle müşerref olduk..
Efendim meğerse Club Mate - hafif gazlı, mate aromalı icetea gibi bi şey - içinde ciddi anlamda kafein olduğu için insanı kendine getiren, üstelik de kola gibi şeylere nazaran pek az şekerli masum bir içecekmiş. Bayıldım! Şişesi ve de logosu da super cool! Velhasıl Berlin yazımın içeceği belli oldu..

6 Temmuz 2010 Salı

Mauerpark

Fazla lafını etmedim ama Berlin'de duvar yıkılmış olsa da aslında gölgesi her yerde. Şehir yönetiminin toplumsal hafıza konusundaki duyarlılığı, birçok bağlamda son altmış yetmiş yılı unutmamak/unutturmamak üzerine yoğunlaşmış olduğu için de die mauer is everywhere..
1 Mayıs öncesi baharın gelişini kutlamak için yakılan şenlik ateşini görmeye gittiğim Mauerpark da ismini zamanında duvarın bir parçası olmasından alıyor. Şimdilerde park, gençlerin çimenlere yayıp piknik modunda takıldığı, bir yandan da bir sürü farklı telden canlı müzik yapan insanları dinlediği, aslında Berlin'in genel nüfusu gibi herkesin epey epey relax takıldığı bir yer. Özellikle de Pazar günleri kurulan bitpazarını ve amfitiyatroda gün boyu devam eden karaoke organizayonunu kaçırmamak lazım!

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Patti..

Mart başında pek soğuk bir kış gecesi sıkıla pıkıla eve dönerken duvarda afişi görünce resmen içim ısınmıştı. Patti Smith Berlin'de konser verecek ve ben o esnada burada olucam! Derhal bilet sitesine girdim, iki bilet alıp, kardeşe müjdeyi verdim: "Geliyosun, gidiyoruz!"
Haftalardır konser heyecanıyla her fırsatta Patti Smith dinleyip durdum ama yine de muhteremi sahnede görüp mest olurken resmen gözlerimin dolacağı aklıma gelmemişti. Büyülendik. Kelime bulamayıp, durmadan magical deyip durduk..

4 Temmuz 2010 Pazar

Fußball-mania

Şehrin bayraklarla dolmasından, maç saatlerinde neredeyse yolda in cin kalmamasından, her bir yandan gelen vuvuzela uğultularından Dünya Kupası çılgınlığının farkındaydım elbette. Ama biraz tesadüfler biraz isteksizlik neticesinde haftalardır tek bir maç dahi izlemediğim için olayı fazla da kavrayamamışım aslında.
Neyse kardeş geldi de benim de hayatıma futbol girdi. Sayesinde dün biz de maç gösteren barlarda harıl harıl yer arayan, pozisyonlarda hop oturup hop kalkan, gool diye bağırıp sarılan ve 90 dk. sonunda bir sonraki maçı düşünen insanlardan olduk. Her şeyin bir ilki.. :)

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Göller Yöresi

Neredeyse bütün büyük ve eski Avrupa şehirleri elbette bir çeşit akarsuya çok yakın ve dolayısıyla hepsinde de "su" karada geçen hayatın önemli bir parçası. Berlin de farklı değil. Bir de bizim burada fazladan göllerimiz var!
Tam sayısıyla ilgili kimse net bir şey söyleyemiyor ama ufacığından kocamanına en azından benim bildiğim ondan fazla göl var şehirde. Denize hasret insanlar için bu elbette bir nimet ve insanlar layıkıyla faydalanabilmenin peşinde. Bir sürü tanıdık her gün iş çıkışı, hatta bazen gün ortasında ufak yüzme seansları yapıyor.
Kendi adıma bu kahverengimsi ve pek yeşillikli sularla kaynaşabileceğimi zannetmiyorum. "Dört tarafı denizlerle çevrili" memleketten - ve hatta şehirden - geliyor olmanın snobluğu.. :)

2 Temmuz 2010 Cuma

Kat Frankie

Çarşamba akşamı ne yapsam diye şuursuzca sağa sola bakınırken fark ettim Arena denen strandbar'daki Kat Frankie konserini. Hiç tanımadığım biri olduğu için myspace'teki şarkılarına kulak kabarttım ve gitmeye değer gibi göründü.
Gerçekten de hafif alacakaranlık hafif yıldızlı gecede nehir kıyısındaki şezlongların üstünde, tek başına gitar çalıp epey güçlü çınlayan sesiyle şarkı söyleyen bir kadını dinlemek güzeldi. Durduk yere insana bir özgürlük duygusu ve cesaret gelebiliyor..

1 Temmuz 2010 Perşembe

Strandbar

Ne yalan söyliim Berlin gibi kışı bu kadar uzun ve meşakkatli geçen bir şehrin yaza dair bu kadar vaadi olmasına, herkes ballandıra ballandıra anlatsa da, pek ihtimal vermiyordum. Ne mutlu bana ki yanılmışım. Haziran boyunca yazdığım bir sürü şey - piknik, bisiklet turu, yazlık sinema, biergarten, vs. - bunun elle tutulur kanıtı.
Ama İstanbul gibi yazları insanı süründüren bir şehirden gelen biri olarak en ağzım açık kalan şey, hiç de öyle şehirden uzaklaşmadan bir hamlede plaj ortamına akabilmek. İnsan bütün gün çalışsa bile, ulaşım mesele olmadığı için saat 6'dan sonra kendini bir strandbar'a atıp yazın tadını çıkarabiliyor. Kumsal, şezlong, güneş, buz gibi bir kokteyl.. Dahası, Şam'da kayısı! :)

30 Haziran 2010 Çarşamba

die Erdbeeren

Mevsimine göre sebze meyve yemenin Berlin'de - belki de Almanya'da - ciddi bir trend olduğunu daha önce kuşkonmaz vesilesiyle yazmıştım. Son bir ayın çılgınlığı da çilek.
Bütün vitrinlerde çilekli tartlar, pastalar; dondurmacılarda kocaman"erdbeeren!" ilanları; büyük küçük herkesin elinde bir karton dolusu çilek; herkesin dilinde "aman da en güzel meyve bu" lakırdıları..
Hiçbir zaman büyük bir çileksever olmadım ama böylesi bir mania ortamında insan kendini kaptırmadan edemiyor. Dolayısıyla ben de bir heves çileklerimi alıp serin bir gölgelik de keyif yapmaya yeltendim. Ama değişen bir şey yok: ben katıksız bi kirazcıyım. Bi de canım acayip erik çekiyo.. :(

29 Haziran 2010 Salı

Ben bu yaz bronzlaşmak..

Güney sahillerinde herkesin dikkatini çekmiştir, Türkiye'ye sıklıkla gelen Alman turistler ne kadar beyaz tenli olduklarına bakmadan güneşin altına sere serpe yatarlar.
Artık gerçek anlamda "yaz gibi yaz" olan şu günlerde insanların Berlin'in olur olmaz her köşesinde aniden soyunuverip güneşlendiklerini görüyorum ve itiraf etmeliyim ki zamanında pek kınadığım bu keyfi paylaşmadan edemiyorum - Berlin güneşi de pek nefis, insanı cayır cayır yakmıyor hiç.
Bunca kar, kış, buluttan sonra, evet ben de her Berlinli gibi mütemadiyen a place under the sun peşindeyim - ne diyorum ben, neredeyse emperyal hayalleri meşru bulucam.. :)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Tiergarten

Turistik denilebilecek ya da çok göz önünde olan şeyleri ya da yerleri nadiren yazıyorum aslında. Ama şehrin bu kadar göbeğinde ve özellikle bu mevsimde gerçekten güzel olan dev bahçemize değinmeden olmaz dedim.
Tiergarten, Central Park'tan biraz küçük, Jardin du Luxembourg'dan epey büyük. Aslında hiçbir mahallede yeşillik eksikliği çekilmese de, uzaklara gitmeden orman havası almak isteyen Berlinliler için kentin ortasında bir vaha.
Çimenlere uzanmak, bisiklete binmek, küçük gölde kürek çekmek, gölge altındaki sevimli biergartenda buz gibi bir bira içmek, yani yaza dair tüm keyifler için şahane bir yer..

27 Haziran 2010 Pazar

48 Stunden Neukölln

Havalar güzelleştiği ve bisikletimle ben çok mutlu bir ikili olduğumuz için şehrin şimdiye kadar nadiren gittiğim köşelerini de Berlin atlasıma ekliyorum yavaş yavaş. Mevsimsel değişimlerin yadsınamaz etkisiyle gözüme pek hoş görünmeye başlayan yerlerden birisi de Neukölln.
Burası daha birkaç yıl öncesine kadar göçmenlerin, özellikle de epey fakir Türk ve Arapların oturduğu, izbe, bakımsız, çete savaşlarına sahne olan, tekinsiz bir yerken, bütçesi sınırlı artsi tayfa ucuz kiralardan faydalanmak için buraya akınca işler bir anda değişmiş..
Haftasonu icabet ettiğim sokak festivali/bienal karışımı aktivite esnasında daha da iyi anladım ki mahalleyi sanatçılar alenen basmış: her yer galeri, stüdyo, küçük designer butikleri ve birbirinden ilginç kafe-barla dolu. Kreuzberg kadar coşkun değil, Prenzlauerberg kadar tiki değil, Schöneberg kadar uslu değil. Yaşanılası yer..

26 Haziran 2010 Cumartesi

Şehrin nabzı..

Berlin durmayan bir şehir. Konserler, açılışlar, festivaller, bienaller, partiler, gösteriler bitmiyor. Her ne kadar sağda solda gördüğüm afişlerden, kitapçıklardan bir fikir edinmeye çalışsam, her ne kadar bu işleri sıkı takip ettiğini düşündüğüm arkadaşlardan tüyo istesem de yetişemediğimi hissediyorum.
Dolayısıyla, hemşehrilerimin derdine derman olsun, yani şehirde olan biteni yakalayabilelim diye kimileri profesyonelce dirsek çürütüyor.
Baştan sona sadece sayfalarını çevirmek bile saatler sürüyor ve aslında gidemeyeceğimi bildiğim bir sürü aktiviteyi görmek sinirimi bozuyor ama yine de ara ara şehrin nabzını tutan iki dergiden biri olan zitty'yi karıştırmayı seviyorum. Belki sadece bunca şeyin ortasında yaşıyor olmanın hoşluğundan - gitmesek de görmesek de bu şehir..

25 Haziran 2010 Cuma

Berliner Kindheit um Neunzehnhundert

Bu yılı Berlin'de geçireceğim çoktandır belliyken, ama yine de henüz gelmeme hayli zaman varken, büyük ölçüde tesadüf eseri Benjamin'in çocukluk anılarına denk gelmiştim. Hasbelkader çocukluk üzerine yazdığıma, üstelik de Berlin yolcusu olduğuma göre muhakkak kitabı okumalıydım..
Gariptir, bir yıldan uzun süreye yayılan tüm denemelerimde başarısız oldum. Ya araya başka işler başka okumalar girdi, ya anlatının dalga boyuna uyum sağlayamadım, ya da basitçe zamanı değildi.
Geçen hafta bir kez daha kitabı elime aldığımda, ne kadar çabuk ve zevkle okuduğumu fark ettim. Ve anladım ki esas mesele araziyi tanımakmış. Benjamin'in söz ettiği sokakları, parkları, meydanları, şehirde dokuzuncu ayım biterken, artık kolayca gözümün önüne getirebilmenin keyfi ve hazzıyla bir çırpıda okudum bitti..

24 Haziran 2010 Perşembe

American Spirit

Burada geçirdiğim aylar boyunca hiç durmadan seyahat ettiğim için neredeyse sadece duty free'den aldığım sigaraları içtim. Bazen gecenin bir vakti Kreuzberg'de paketin dibini gördüğüm ve mecburen spätkauf'a yollandığım da oldu tabii, ama nadirattandır..
Haziran'dan itibaren kıpırdamamaya karar verdiğim için tütün kaynaklarım tükendi ve paketle sigara alma vakti geldi çattı. Bu da meşakkatli iş, zirâ üç yıldan beri hâlâ normal bir içici gibi marka bağımlılığı geliştiremediğimden her pakette kararsızlık yaşıyorum. "Az zararlı" olduğu iddia edilen hatta bio denilen American Spirit fena bir tercih değil gibi, yine de kesin bir vaatte bulunamıyorum..

23 Haziran 2010 Çarşamba

Beyaz Geceler

Aylarca aylarca karanlıkta uyanıp, neredeyse altı yedi saatte tükenen günler yaşadıktan sonra şehrin şimdiki aydınlığı tek kelimeyle mucizevi geliyor. Sabah dörtten gece on buçuğa kadar alenen gündüz!
Tabii insanın zamana dair dengesi enikonu şaşıyor. Çalışmayı ne zaman bırakmak gerek, akşam yemeği vakti geldi mi, gerçekten sabah oldu mu, yatakta kalmalı mı?..
Zamanında kardeşle Rusya'ya gittiğimizde beyaz gecelere denk gelicez diye pek heyecan yapmıştık. Epey de bi deneyimdi hani. Şansa bakın ki bu güzelliği bir kez daha, bu sefer Berlin'de yaşıyorum. Hem de çok yakında en sevdiğim tek kardeşim de bana eşlik ediyor olucak. La chance! :)

20 Haziran 2010 Pazar

Radler / Alster

Almanya gibi bira erbabı memlekette bu nasıl olmuş bilmiyorum ama Bavaryalıların Radler kuzeylilerin Alster dedikleri bir "bira kokteyli" varmış. Ben de kendisiyle bu haftasonu tanıştım.
Bildiğiniz biranın içine ortalama üçte bir oranında Sprite (ya da benzeri bir gazoz) koyuyorlar - ve hatta buzlu bile içiliyor. Kulağa çok hoş gelmediğinin farkındayım, hele de tatlı içki sevmeyenlere. Ama özellikle yazın, sıcak öğleden sonralarında susuzluğu gidermek için birebir olduğunu söylüyorlar.
Önyargıları bir kenara bırakıp denemeye değer, ben sevdim..

19 Haziran 2010 Cumartesi

Daniel Libeskind

Açıkçası bu entry'yi bu ismi unutmamak için yazdım. Zira şimdiye dek Jüdisches Museum'a üç dört kere gitmeme ve müzenin mimarisinin - ve aslında genel olarak içeriğinin - arkaplanındaki kavramsal çerçeveye gerçekten hayran olmama rağmen bir türlü mimarın adını aklımda tutamıyordum.
Gerçi Libeskind benim hafızamın zaaflarından etkilenmeyecek kadar meşhurmuş - wikipedia'dan az biraz bilgi: Polonya doğumlu, Amerika'da yaşıyor, dünyanın dört bir yanında çok sayıda müze tasarlamış.. Üstelik Dünya Ticaret Merkezi'nden geriye kalan boşluğu (Ground Zero) dolduracak yeni projesi düşünülürse kolay kolay unutulacak bir isim değil..

18 Haziran 2010 Cuma

Freiluftkino

Bizim kuşaktan bir sürü insan gibi çok nadir olarak keyfini çıkarabilmiş olsam da açıkhava sineması çocukluğumu hatırlatıyor. Gazoz, çekirdek, normale nazaran gürültücü bir izleyici kitlesi, ara ara ürpermek, kimler var kimler yok diye sağı solu kolaçan etmek..
Yıllar yıllar sonra - aynı bisiklete binmek gibi - yazlık sinema özlemimi de Berlin sayesinde giderdim. Koskoca bir parkın ortasında, milyonlarca parlak yıldızla kaplı göğün altında, kırmızı şarap ve peynir eşliğinde Crazy Heart'ı izleyip bir kere daha Jeff Bridges'a meftun olurken düşünmeden edemedim: bir yaz gecesi basitçe mutlu olmak için başka ne lazım ki insana?..

17 Haziran 2010 Perşembe

Wandertag

Alman akademik hayatının ilginç birtakım kuralları var. Herkes son derece planlı, ciddi, profesyonel, vs. ama bir yandan bir sürü i eğlence ortamında halletmeyi seviyorlar.
Mesela bizim enstitünün geleneksel yeniyıl partisinin aslında danışma kurulu için performans değerlendirmesi sonuçlarının paylaşıldığı/ tartışıldığı bir vesile olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. İş-oynaş sınırında başka bir aktivitemiz de yıllık geleneksel GeziGünüydü. Bu vesileyle sabahtan bisikletlere bindik, 2 saat kadar ormanda ve göl kıyısında yol yaptık, yüzme ve piknik molası verdik, sonra yine bisikletlere atlayıp bir biergarten'da güneşlenip keyif yaptık.. Süper plandı, hele de güzel havadan faydalanmak, insanlarla kaynaşmak, ofisten uzak bir gün geçirmek açısından. Ama tüm organizasyonun aslında zaman bulunamayan işlerin konuşulmasına yönelik olması ve gelemeyenlerin kınanması durumu cidden kafa karıştırıcı. Ne kadar çalıştık ne kadar dinlendik soru işareti..

16 Haziran 2010 Çarşamba

Yaş Haddi?

Bu meseleyi ilk fark ettiğimde sanırım BilderBuch'taydım. Buranın ne kadar cool bir yer olduğunu ama müşteri kitlesi açısından genç yaşlı kimseyi dışlamadığını düşünmüştüm.
Sonra bu hissiyat birçok başka vesileyle yinelendi. Gitmekten çok keyif aldığım bir barda, şehrin belki de en büyük pistli kocaman dans salonunda, alternatif tiyatro gösterilerinde, 1 Mayıs'ta, bisiklet tepelerinde, hep hep hep, her yerde gayet yaşını almış insanlar görmek mümkün.
Yani, şehrin neredeyse hiçbir yerinde yaş haddi yok; bu açıdan bir "demokratik katılım" abidesi.. İşte uzun vadede Berlin'de vakit geçirmek için bir sebep daha!

15 Haziran 2010 Salı

Pétanque (Boules)

Avrupa'nın bir sürü şehrinde parklarda ya da benzeri düz satıhlarda genellikle yaşlı amcaların bu oyuna kendilerini kaptırdığını gördüğüm çok olmuştu. Ama ne kuralları kavrayabilmiştim ne de oynayacak fırsat çıkmıştı. Kısmet Berlin'eymiş..
Cuma akşamı, Fransızca boules demeleri gerekirken dilleri dönmediğinden pool diyen Alman arkadaşlarımla bilardo oynamaya gittiğimi zannederken birden kendimi Paul Lincke Ufer kıyısındaki parklardan birinde metalik toplar fırlatırken buldum.
Kabul etmeliyim ki acemi şansı yaver gitti. Yine de on oyundan sadece üçünü kazanabildiğim için ancak ikinci oldum. Ama güzel yaz akşamlarında antrenmanlara devam edersem tutmasınlar beni! :)

14 Haziran 2010 Pazartesi

cie. toula limnaios

Paris'te dönüşümlü olarak iki süper dansçıyla beraber yaşadığım için sahnelerin nabzını tutmak görece kolay oluyordu. Sayelerinde bir sürü güzel performans izliyordum.
Berlin'de bir kılavuzum olmadığı, kendim de şimdiye dek ciddi bir arayışa girmediğim için Toula Limnaios'un gerçekten olağanüstü çalışması à contre corps'u izlemem tamamen güzel tesadüfler eseri..
Hepimizinki beden, ama kimileri nasıl da her bir uzuvlarına böylesine hükmedebiliyor inanamıyor insan. Sanki yapabilirmişim gibi, birkaç gündür yine kendimi yerçekimsizlik duygusu veren yavaş bir tempoyla boşluğa bırakasım geliyor. Dikkatli olmak lazım..

13 Haziran 2010 Pazar

Biergarten

Bu zaman gelene dek, tarafını etrafını yabani ot bürümüş, terk edilmiş kır gazinosu görünümünde mekânların, ampulleri çalışmayan paslı tabelalarında karşıma çıkıyordu bu isim. Nedense ilk anda aile çay bahçesi denen garip müesseseyi çağrıştırdığından modası geçmiş bir şey olduğunu zannediyordum. Meğerse güneşli havanın vazgeçilmezlerindenmiş.
Genellikle güzel yeşilliklerin ortasında ya da kanal kıyısında olan bu bahçeler "gündüz birası" tabir ettiğim pek nadide keyif unsurunun tadına varmak için gerçekten de birebir..

12 Haziran 2010 Cumartesi

Weltmeisterschaft

Bu hafta sokaklarda yürürken arabaların tepesinde, pencerelerde, balkonlarda irili ufaklı bayraklarla burun buruna gelince önce bir afalladım. Acaba ben yokken memlekette bir şey mi oldu, milli bir hadise mi cereyan etti diye meraklandım. Tabii ki mesele dünya kupasıymış, herkes milli gururu yüceltmek için bu vesileyi bekliyormuş.
Futbol anladığım şeylerden biri olmadığı için pek ilgilendiğim söylenemez, ama elbette heyecanlı birkaç maçta kalabalıklarla galeyana gelmek eğlenceli olacak diye umuyorum. Bir de tabii tâ İtalya 90'dan beri dünya kupasının kalbimizdeki yeri başka..
Yalnız işin ilginç tarafı bir sürü insan Türkiye'nin katılamamış olmasına pek hayıflanıyor. Söylediklerine göre Berlin'deki taraftarlar kupa heyecanına renk katıyormuş (!)

11 Haziran 2010 Cuma

Ne var ne YOK? - 4 (Mısır)

İstanbul'a yazın geldiğini insan biraz da mısırcılardan anlar. Vaktinden evvel ortalarda buzhane malları satanlar hariç, taze süüt mısırın bollaşmasıyla havaların ısınması arasında ciddi bir paralellik vardır.
O yüzden Berlin sıcaklarının tadını çıkarmak için bana mısırcı lazım. Ne yazık ki şimdiye kadarki arayışlarım nafile çabalardan öteye gidemedi. Kreuzberg pazarında güya satıyorlar ama o da kavanozdan çıkarıp salataya konulan tatlı mısırın koçanın üstündeki hali gibi, haddinden şekerli bir şey.
Velhasıl geçen haftasonu Kuzguncuk'ta yediğim mısırın tadı damağımda, bir müddet daha sabretmem lazım herhalde..

10 Haziran 2010 Perşembe

summer in the city

İnsanın inanası gelmiyor ama şehre yaz geldi. Daha doğrusu "gelmiş". Ben tropik İstanbul yağmurlarından bunalır ve şehrin esmerleri sel altında boğulurken, Berlin ahalisi keyifli keyifli plajlara akıp göllerde yüzmeye başlamış bile.
Bir hafta ayrılık insanı ne kadar uzaklaştırır bilemiyorum ama sanki iki gündür sokaklarında dolaştığım şehir Berlin değil de ada vapuru! Herkesin ayağında şıpıdık terlikler (hatta kimisi yalınayak) , saçlar karman çorman ve ıslak, kıyafetler varla yok arasında, yüzler gülüyor, gençler sesli sesli şakalaşıyor..
Akdenizlilerin idrak etmesi kolay olmasa gerek ama galiba Kuzey'de yaz her şeyi değiştiriyor..

9 Haziran 2010 Çarşamba

Zupfkuchen

Çocukluğumuzun vazgeçilmezlerinden biri, okul çıkışı pek eli yüzü düzgün denilemeyecek mahalle pastanelerinden alınan Alman pastalarıydı - tatlı yelpazesindeki onca şey arasında belki de milliyetiyle anılan tek örnek.. Bu ortası kremalı üstü pudra şekerli pastanın bir benzerine buralarda rastlamadım. En yakın akrabası sanırım Berliner denilen bir çeşit kurabiyemsi..
Bütün bu girizgâh bir yana, Almanya'da gayet takdir edilesi bir pasta kültürü olduğunu günbegün daha iyi anlıyorum. Son son tattığım Zupfkuchen en beğendiklerimden. Basitçe tarif etmek gerekirse, çikolatalı pastayı ikiye ayırıp ortasına cheese cake koymuşlar. Büyük bir buluş gibi gelmiyor kulağa, farkındayım. Ama düşünün bir kere, alenen yabancısı olduğunuz bir şeyin aşinalık hissi vermesi olağanüstü değil mi?..

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Ballhaus Naunynstraße

Şehre daha yeni gelmişken, hakkında bir şey bilmeden, öylesine bir belgesel festivali dolayısıyla gittiğim Ballhaus'un barında Berlin'in güzel sürprizlerinden birini yaşayınca - Birol! - mekândan pek uzak kalamayacağımı anlamıştım. :)
Meğerse burası ikinci ve üçüncü jenerasyondan sanat tayfasının outlet'i gibi bir yermiş. Nitekim geçen aylarda hem çeşitli aktivitelerini (film, dans, parti) takip ettim hem de ara ara barlarında Efes içtim.
Ama işin benim açımdan en hoş tarafı düzenlediğim workshop'a evsahipliği yapmaları oldu. Hem Kreuzberg'in ortasındaydık hem de yaptık. Zıt kutuplar birleşti! :)

28 Mayıs 2010 Cuma

Erdnüsse

Bu entry'yi aslında Paris'teyken yazmalıydım, çünkü oradaki temel çerezim cacahuete'ti. Her barda ısmarlamaya gerek kalmadan içkinin yanında bedavadan verirlerdi ve takdirimi toplarlardı.
Berlin'de o kadar yaygın olmamasına karşın denk gelirse yer fıstığını içkiye meze yapmayı seviyorum. Kabul çok yağlı, çok tuzlu bir şey ama bir yandan da leziz işte.
Bir de aklıma ben (biz) çocukken, herhalde daha 90'lar başlamamışken çıkan o komik çerez/cips/patlak karışımı şeyler geliyor. Adını bir türlü hatırlayamıyorum ama sanki bu tadın nostaljik bir yanı var..

27 Mayıs 2010 Perşembe

Âdab-ı Muaşeret

Söz konusu nezâket, karşındakine ne söylenir ne söylenmez, insan içindeyken ne yapılır ne yapılmaz gibi analizlere girince insanın gözüne muhakkak kültürel farklar çarpıyor.
Mesela benim ilk fark ettiğim, kimsenin burun silmeye dair çekince duymadığı olmuştu. Sokakta, markette, U-Bahn'da birdenbire yanınızda yeri göğü birbirine katarak burnunu silen biriyle neye uğradığınızı şaşırabiliyorsunuz..
Karşı tarafa gülümsemenin, nazik ve iyi davranmanın kural olduğu yerlerden gelenler içinse en ilginci insanların doğrudan, "kötü görünüyorsun", "hastasın herhalde", "bu bluz hiç olmamış" gibi dürüst tespitler yapabilmesi ve bunun hiç de ayıp olmaması.
O yüzden birinin herhangi bir konuda fikrini sormadan önce iyi düşünmek gerek. Hayalleriniz yıkılabilir..

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Admiralbrücke

Havalar ısındıkça (çok şükür!) şehir daha kalabalık görünmeye başlıyor. Herkes sokaklarda yürüyor, yiyor, içiyor. Hem bütün kafeler barlar kapıların önlerine taşmış vaziyette hem de bütün kaldırımlar, köprüler, sokaklar birasını kapıp gelmiş kalabalıklarla dolu.
Kanımca yıldızların altında demlenmek için en güzel mekân Kreuzberg'deki Admiralbrücke. Trafiğe acil durumlar dışında kapalı olan köprünün üstüne herkes "piknik sepeti" ve müzik aletleriyle gelip yerleşiyor ve uzun uzun takılıyor. Bazen oturacak yer bulmak zor olsa ve bazı beceriksizler için tuvalet bir eziyetse de nefis bir ambiyans. Bana biraz Pont des Arts'ı hatırlatıyor. Ah Paris..

25 Mayıs 2010 Salı

Spätkauf

Almanya'da çok önemli bir müesseseden söz ediyoruz, dikkat.. Daha önce de söylediğim gibi memlekette tatil bol, dükkânların açılış kapanış saatleri bizim oralar gibi sonsuz sınırsız değil. Dolayısıyla, nöbetçi bakkallara ihtiyaç var. Gecenin köründe içki sigara, bir tatil günü süt, ya da sabaha karşı eve dönerken kahve almak için birebir..
Şimdiye kadar bana denk gelenlerde olmayan Almancamla kıvranmama hiç gerek kalmadı, çoğunlukla adamları şaşırtarak kolay gelsin diye lafa giriverdim. Düşünüyorum da mevhumun mucidi bizimkiler olabilir aslında..
Ama asıl birebir çevirisi "late shopping" olduğu için ne zaman bir spätkauf görsem aklıma 112 Rogers'ın buzdolabını sabahları açtığımda gördüğüm "bolluk" geliyor. Not a very good idea to be a "late shopper" :)



24 Mayıs 2010 Pazartesi

Karneval der Kulturen

Bir seneliğine burada olan bütün arkadaşlar arasında durmadan aynı şey konuşulur olmaya başladı. Evet, yaz geldikçe Berlin güzelleşiyor, yapılacak şey artıyor, hayat daha keyifli hale geliyor. Bütün bunların giderayak olması biraz moral bozucu tabii, ama elden geldiğince tadını çıkarmaya bakıyoruz..
Mesela bu haftasonu büyük ölçüde sokaklarda müzik dinleyerek, dans ederek ve envai çeşit yiyecek ve içecek alternatifinin ortasında nasıl yapsam da abartmasam diyerek geçti. Zira, başlıktan da anlaşılacağı gibi bu hafta Cuma'dan Pazar'a "kültürler karnavalı" vardı.
Orijinalini görmüşlüğüm yok ama bütün gün boyunca süren şarkılı, türkülü, danslı parade ("resmigeçit" demek ne kadar da ciddileştiyor mevzuyu!) sayesinde hafif bir Rio havası aldım sanki..

23 Mayıs 2010 Pazar

Gotan Project

Berlin'de olmanın avantajlarından biri, çok da uzun olamayan bir zaman dilimi içinde aklınıza gelebilecek her grubun bir şekilde turnede olması. Üstelik bilet fiyatları gayet makul..
Sanırım hemen geldiğim hafta Tori Amos konseri olduğunu fark edip, tabii ki biletler çoktan tükenmiş olduğu için önceden planlamadığıma hayıflanmıştım - kezâ Rufus Wainright.. O yüzden sabaha karşı garip bir metro istasyonundaki afişten Patti Smith'in Temmuz'da geleceğini öğrenince, bir an bile düşünmeden bilet(ler)imi aldım.
Zamanında çıplak ayaklar sayesinde keşfettiğim ve dönem dönem saplantı halinde dinlediğim Gotan Project de nadide Berlin ganimetlerimden oldu.
Buenos Aires, Argentina..

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Cuma Pazarı - Kreuzberg

Farkındayım, Berlin'de uzun uzun aylarım genellikle evde ya da ofiste, bilgisayar karşısında geçti. Hem hava muhalefeti yüzünden hem de bitmez tükenmez işlerin yarattığı vicdan muhasebesiyle, şehirde avarelik, teyyarelik edebilmem ancak eş dost ziyaretleri sayesinde oldu desem yeridir. Fakat bu hafta bağımsızlığımı ilan ederek kendimi sokaklara attım - tamam biraz abartıyorum.. :)
Ama dün, geldiğimden beri kaç kere gitsem de görsem dediğim Kreuzberg pazarında, zamanında evimin karşısında kurulan Salı/Cuma pazarındaymışım gibi haşlanmış mısır dişleye dişleye dolanırken niye bu kadar geciktim diye kızdım kendime.. Gerçi pazarın en ufak bir orijinalitesi yok. Çığırtkan satıcılı, ittiren (hele de pazar arabasıyla dürttüren) teyzeli, pazarlıksız alışveriş yapmanın enayilik sayıldığı, bildiğiniz pazar işte.. Esas mesele de bu galiba: gurbette memleketten daha memleket bir his yaratabiliyor bu Kreuzberg ahalisi..

21 Mayıs 2010 Cuma

museum der dinge

Berlin'de turist/ziyaretçi olmak diğer şehirlerdekinden biraz farklı bir deneyim. Şehrin dokusu, duygusu diğer birçok Avrupa başkentine nazaran çok daha "yeni" ve "modern"; dolayısıyla birçok açıdan yenilikçi denilebilecek touristic attraction var.
Müzeler de bunun parçası elbette. Daha önce Jüdisches Museum'dan ne kadar etkilendiğimden kısacık bahsetmiştim. "Şey Müzesi" de yıllardır bir sürü farklı şehirde gittiğim çeşit çeşit müzeden epeyce farklıydı. Farklı dönemlerden, farklı amaçlar için kullanılmış, kimi zarif, kimi el emeği göz nuru, kimi alenen kitsch dünya kadar şeyi bir araya toplamışlar.
Görünürde bir aşk hikâyesi yok ama ben yine de Masumiyet Müzesi'ni düşünmeden edemedim..

20 Mayıs 2010 Perşembe

Crellestraße

İnsan yabancısı olduğu bir şehirde zamanla bir sürü şeyi öğrense ve ilk zamanlardaki acemiliği ufak ufak gitse de bazı şeyleri keşfetmekte ne kadar da geç kaldığına şaşıyor.
Evvelsi gün eve dönerken, biraz ağır yediğimi düşünüp yürümeye karar verdim. Neticede metroyla 3-4 duraklık, yani yaya olarak yarım saatlik filan kısa bir mesafe.. Artık bisikletle şehri turladığım için yol bulma, kaybolma filan gibi tasalarım büyük ölçüde ortadan kalktığı için de pek gurur duydum kendimle..
Ama yürüyüş esnasında bisiklet yolumu takip etmekten vazgeçip daha güzel görünen ara sokaklara daldım. Kafamdaki kabataslak haritayla çok zorlanmadan ilerlerken, evime sadece 3 dk. mesafede barlar sokağı yakıştırmasına kesinlikle layık, son derece sevimli bir Straße olduğunu fark ettim. Evet, şehirdeki sekizinci ayımı tamamlarken!
Geç olsun da güç olmasın da denilebilir ama yabancılık zor zenaat..

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Mit dem ist nicht gut Kirschen essen

Şüphesiz yeni bir dil öğrenmenin en keyifli taraflarından biri insanın hiç alışkın olmadığı ifadelerle, benzetmelerle, metaforlarla karşılaşması.
Dün mesela şahane bir deyim öğrendim: “Onunla kiraz yenmez!” Anlaşması zor insanlar için söyleniyormuş. Anlaşabildiklerinizi de kiraza davet ediyormuşsunuz. Özünde kiraz denen meyve paylaşım filan gibi imalar içermediği için pek kafamda oturtamadım.
Meğerse konu son derece maddiymiş: Ortaçağ’da kiraz pek nadir bir meyve olduğu için ancak pek zenginlerin özel bahçelerinde yetişiyormuş ve bu lüksten mahrum olanlar için kiraz bahçesi olanların evine davet edilmek büyük ayrıcalıkmış. Eh, onlar da tabii kirazı kimle yiyecekleri konusunda seçiciymişler..
Ah şu Protestan ahlâkı! Halbuki ben Sait Faik’i düşünmüş, bir an için Burgaz’a gitmiştim:
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu..

18 Mayıs 2010 Salı

Gottlob

Bizim muhitin Berlin'in en hareketli yeri olmadığı aşikâr, ama yine de kendi çapında ufak tefek kafeleri barları da var. Genellikle hepsi Akazienstraße'de dizili bu yerlerin en popüleri herhalde gottlob olsa gerek.
Ilıman denilebilecek bir Ekim günü ilk olarak keşfettiğim gibi, bütün civardaki en güzel güneş alan köşelerden birini kapmış olduğu, bir de manzara kabilinden karşısında büyücek bir kilise bulunduğu için gündüz saatlerinde kedileşmek için biçilmiş kaftan.
Gerçi bugünlerde Berlin’de güneşi kim kaybetmiş de ben bulayım o ayrı..

13 Mayıs 2010 Perşembe

Himmelfahrt

Kirsten'in hafif çatlak köpeği Cupcake Pazartesi ofisimizde mide fesadı geçirip, duyduğum kadarıyla ortalığı batırdığı için Salı günü işi kırmış, Perşembe giderim diye düşünmüştüm. Meğerse bugün de resmi tatilmiş: Himmelfahrt. Türkçesinin pek bilimkurgu çağrışımları olsa da ("göğe seyahat") tahmin edebileceğiniz gibi mesele gayet dini..
Zaten geldiğimden beri müteaddid kereler fark ettiğim üzere Almanya'da laiklik dedikleri enikonu Hıristiyan bir kimlik. Bütün bayram seyran günlerinin (arifesi ve ertesi de dahil) resmi tatil olması bir yana, kilise bu günlerde tüm esnafın kepenk kapatmasını şart koşuyor. Yani isteyen istediği gibi yaşasın dinini dinsizliğini elbette ama, sanki iki bin yıl sonra abinin arkasından su mu dökücek bizim fırıncı? Niye ben ekmeksiz kalıyorum anlamadım ki!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Mevsim normalleri?

Kışın herkes mütemadiyen şikayet ederken Berlin'in soğuk ya da gri olmasını mesele etmiyordum. Neticede başka türlüsünü beklemek fazla iyimserlikti bence. Dolayısıyla epey uzun ve tirtirtir bir kışı, bol seyahat etmenin verdiği ferahlamanın da katkısıyla, hiç mızmızlanmadan geçirdim diyebilirim.
Ama şimdi, Mayıs'ın ortası gelmişken, hâlâ paltolarımın ve çizmelerimin el altında ve kullanımda olması azıcık canımı sıkmıyor desem yalan.. Kış bitti diye ateşler yakıldı, günler pek güzel uzadı, kiraz çiçekleri açtı. Artık şu sıcaklar da bastırsa hiç fena olmayacak..