30 Nisan 2010 Cuma

Walpurgisnacht

Güneşli ve sıcak günleri masa başında çalışarak geçirmekten pek ama pek yoruldum. Ama yaşasın, bu gece açıkhavada baharın gelişini kutlayabilicem! Zira bugün 30 Nisan, yani kuzey Avrupa pagan geleneğine göre bir çeşit Hıdırellez..
Berlin'deki kutlama mekânı Mauerpark. Her yıl bu gece kocaman bir şenlik ateşi eşliğinde açıkhava konserleri oluyormuş. Yalnız Berlin'de gecenin anlam ve önemi pagan geleneğinden çok 1 Mayıs'a hazırlık sanırım. Söylenene göre gecenin ilerleyen saatlerinde, ertesi günkü siyasi faaliyetlerin bir provası olarak çatışmalara şahit olmak mümkünmüş - özellikle de Hitler bugün intihar ettiği ve neo-Naziler bunu fırsat bilip gövde gösterisi yapmaya çalıştığı için.
Yine temiz bahar havasına teargas karışacak gibi bi his var içimde..


29 Nisan 2010 Perşembe

Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan..

Almanca malum yeni kelime türetme açısından son derece zengin bir dil. Tamlama denen şey neredeyse yok gibi, sözcükleri birleştiriverip yeni bir kavram üretiyorsunuz - bu derin anlamlı laflara karşılık bulmaya uğraşan çevirmenler deliriyor olmalı..
Ön-, orta-, son-eklerle uzadıkça uzayan kelimeler bir yana, esas ilginç olan günlük dilde insanların bol bol kısaltma kullanıyor olmaları - özellikle de yer isimleri söz konusu olduğunda. Mesela Kreuzberg değil XBerg; Friedrichshain değil F'hain; Kurfürstendamm değil Ku'damm.. İyi de "madem bozucaktınız niye yaptınız" demezler mi adama?

28 Nisan 2010 Çarşamba

Bâteau Ivre

Yazmakta niye bu kadar geciktim bilmem. Yüzde yüz emin değilim ama Bâteau Ivre Berlin'de gittiğim ilk barlardan biri. İlk görüşte kanım kaynadığı için de Berlin'e yolu düşen tüm sevdiklerimle gidip bir şeyler içtim, yedim - peynirli zeytinli tapasları leziz. Kreuzberg'deki birçok yer gibi burada da barın arkasındakiler genellikle Türkçe biliyor ve bunu keşfedene kadar bir pot kırmadığımı umuyorum..
Mekânın adı (sarhoş/batık gemi) Rimbaud'nun meşhur şiirinden geliyormuş. Dedikodusunu da ekleyelim: Rimbaud bir mektup eşliğinde gönderdiği şiirle Verlain'i tavlamış!
Yazı deyip geçmeyin bakın, nelere kâdir.. :P

27 Nisan 2010 Salı

Kunsthaus Tacheles

Herhalde ilk olarak Oranienburger Straße'den Friedrichstraße'ye doğru giden bir tramvayın içindeyken fark ettim bu acayip binayı. Dışı enikonu döküntü, üzerinde türlü türlü grafitiler, afişler olan, Friedrichstraße'ye yaklaşırken arka cephesindeki avlu/bahçe karışımı açık alanda birbirinden değişik objelerin göze çarptığı mekânın içine ilk epey karlı bir kış günü girdim. Bir sanat merkeziymiş meğerse - kelimenin en açık uçlu anlamıyla.
Farklı zamanlarda çeşitli hasarlar görmüş yüzyıl başından kalma binanın 1990'da yıkımı kararlaştırılmışsa da birtakım sanatçılar binayı işgal etmiş ve zaman içinde şimdiki halini vermişler. Geçen yirmi yıl içinde kafe, bar gibi günümüz tüketim toplumunun sembollerine de ev sahipliği yapar hale gelmişse de Tacheles'in Berlin'in en kült yerlerinden olduğunu teslim etmek lazım..

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dada Falafel

İstanbul'un bir eksiği falafel. Nasıl oluyor da bunca zamandır bir allahın kulu böylesine güzel bir şeyi piyasaya sokmayı akıl etmiyor kestiremiyorum. Lezzetse lezzet, sağlıksa sağlık. Üstelik de kimsenin bütçesini sarsmayacak, gayet ucuz bi şey..
O yüzden de pek basit bir yemek olmasına rağmen yurtdışına çıkınca yemeyi dört gözle beklediğim şeylerdendir falafel. Yanında salata, humus, patlıcan, üstünde tahin, namnamnam.. :)
Berlin'de Lübnanlı göçmen çok fazla olduğu için haliyle falafelci de gırla. Ama şehri ve damak tadını bilenlerden aldığım tüyoya göre Dada gibisi yokmuş. Yalan da değil, yediklerimin en iyisi diyebilirim. Salah Amca işini biliyor..

22 Nisan 2010 Perşembe

Der April – macht was er will!

Türkçede zan altındaki ay Mart'tır, sağı solu belli olmaz derler (yoksa Mart ayında doğan birileri bu yüzden mi bu kadar "çılgın"! :p). Almancada/ Almanya'da/ Berlin'de (tam olarak emin değilim) aynı delişmenlik Nisan'a atfedilmiş. "Nisan ne isterse yapar!" diyorlar . Yani geçen Cuma olduğu gibi sandalet de giydirebilir, dünkü gibi kafanıza dev dolu taneleri de fırlatabilir.
Benim gibi Berlin'de ilk baharını yaşayanlar, kafalarındaki güneşli, ılıman, sıcak havayı bulamadıkça, "hâlâ kış bitmedi!" diye sızlanıyorlar. Halbuki her şeyi bağlamında değerlendirmeli. Ben kışın derecenin aylarca -10'lar civarında olduğunu pek iyi hatırladığım için +7'lerde dolaşan bir bahara gayet misafirperver davranma eğilimindeyim açıkçası..

21 Nisan 2010 Çarşamba

Ashes to Ashes

Kendi hayatımdan ve buraya yazdığım yazamadığım günlerin hesabından da belli ki akademik camia pek mobil. Geçen gün G.'ye söylediğim gibi, sanki bi tarafımıza motor takmışız da durduramıyoruz.
Bu hareketliliğin yanetkileri en çok bu hafta anlaşıldı sanırım. İzlanda bir hapşurdu, bütün dünya yatak döşek yatar oldu, kimsenin kolunu kaldıracak, "şurdan şuraya gidecek" mecali yok!
Bu krizi bir çeşit "doğal adalet" ya da intikam olarak düşünenlerden ilhamla aklıma yine Angels in America geldi. Evet, biz insanlar belki de gerçekten çok fazla hareket etmeye başladık ve dünya bize, hooop oturun azıcık oturduğunuz yerde diyo! Ama Prior da haklı:
“We’re not rocks — progress, migration, motion is. . . modernity. It’s animate, it’s what living things do. We desire. Even if all we desire is stillness, it’s still desire for. Even if we go faster than we should. We can’t wait. And wait for what? God. . . . He isn’t coming back.”

20 Nisan 2010 Salı

A Single Man

Kirsten film nasıldı diye sorduğunda “tragic but not depressive” deyiverdim. O da şaşkın bir şekilde “that’s not a sensible combination” yorumunda bulundu. Belki de haklı, emin değilim. Ama benim en çok hissettiğim buydu. Çok sevdiği birini kaybetmiş bir adamın bir yandan yaşayamaması, diğer yandan da bazı anlarda, küçük de olsa bazı anlarda hayatın güzel bir şey olduğunu duyumsaması, inkâr edememesi..

"A few times in my life I've had moments of absolute clarity, when for a few brief seconds the silence drowns out the noise and I can feel rather than think, and things seem so sharp and the world seems so fresh. I can never make these moments last. I cling to them, but like everything, they fade. I have lived my life on these moments. They pull me back to the present, and I realize that everything is exactly the way it was meant to be."

19 Nisan 2010 Pazartesi

Nazar ?

Kimin gözü değdi bilmiyorum ama ben "bahar bisiklet yoga, temiz hava bol gıda" derken birden hepsinden mahrum kalmam icap etti. Cuma bir dolgum kırılınca mecburen dişçiye yollandım. Kadın kurtuluş yok, çekicez dedi, ben de açıkçası çok üstünde durmadım.
Ama meğerse dişin kökleri birbirinden ayrılmış gibi bir sebepten olay operasyona dönüştü. Neticede iki saat dişçi koltuğunda kaldım, ciddi eziyet çektim (kanırtma, kanatma, dikiş..).
Üstelik hikâyenin devamı da hiç hoş değil. Köklerden biri sinüslere uzandığı için burnum kanayabilirmiş, enfeksiyon olabilirmiş, nefes almakta güçlük çekebilirmişim. Bu yüzdeeen, bir hafta spor (bisiklet, yoga dahil) yasak, ayrıca hapşurmamam, burnumu silmemem ve öne eğilmemem lazım. Ayrıca iki gün içki, sigara, süt ürünleri, sıcak, soğuk içecekler yasak dedi doktor..
Dahası var ama yazamıycam, sinir oldum!

18 Nisan 2010 Pazar

Jannowitzbrücke

Arada kaybola kaybola da olsa Cuma Cumartesi gideceğim yerleri bisiklet tepesinde bulmaya çalıştım. Örneğin Cuma gecesi Rosa Luxembourg Platz'a gitmeye çalışırken artık tesadüfen mi yoksa planlı bir rota eseri mi bilmiyorum hiç görmediğim birtakım caddelerden, sokaklardan, köprülerden geçtim.
Bu vesileyle, gece saat on sularında, son derece yıldızlı bir gecede (üstelik annemin hep "gülün gülün hilâl!" dediği biçimde bir ay eşliğinde) Jannowitzbrücke'den geçtim. Hem sağıma soluma hem de havalara bakmaya çalışırken bir an "kaza yapıcam" diye korktum; zira dört bir yanımdaki manzara (evet altımdaki bisikleti de sayıyorum :) çok çok güzeldi!
Bir dahaki sefere kenara çekip bir soluklanmalı..

17 Nisan 2010 Cumartesi

On the Road

Yaşasın, yaşasın! Benim de artık bisikletim var! Biraz aranıp tarandım ama şansım yaver gitti ve bedavaya fena olmayan bir bisiklet sahibi oldum. İlk anda selenin üstünde hafif afalladım, binmeyi unutmuşum zannettim; ama sonra düşününce sarsaklığımın sebebinin geçen tam on yılın hamlığı olduğuna karar verdim.
Yollarda biraz dolanıp yok yere çocuk gibi mutlu olunca da ne diye bu kadar zamandır kendimi bundan mahrum bırakmışım diye hayıflandım. Hakikaten çok sevdiğim bir şeyi ne kadar özlediğimi, yeniden bulana kadar fark etmemişim. Acayip..
Velhasıl, birkaç gündür yollardayım. Henüz pek yavaş olmama rağmen bacaklarım hafiften sızlıyor. Yakında alışırım herhalde.
Bu vesileyle Kerouac'larıma da başlasam bari. Malum, first Manhattan, then Berlin..

16 Nisan 2010 Cuma

Kaffee Burger

Eski Berlinerlerden Gözgü tavsiye ettiğinden beri gidicem gidicem deyip bir türlü denk getirememiştim. Sosyal aktivite sitelerinden birinden klezmer konseri aranırken, Danimarkalı bir grubun (Klezmorkester) Cuma akşamı Kaffee Burger'de sahneye çıktığını görünce bu fırsatı kaçırmamaya karar verdim.
Tavsiyenin mahiyetini gidince daha iyi anladım (vielen dank Gözgü!). Müzikler çok çok güzel, insanlar rahat, içki ucuz, dans pisti geniş. Yani evde hissettim desem yeridir. En çok da aklıma Başakcımla dans ettiğimiz o Arka Oda akşamı geldi - ya da aslında hop hop hopladığımız her yer.
E, hadi gel de yine zıplayalım kuzum! :)

15 Nisan 2010 Perşembe

Posta! :(

Geçen yaz Sabancı'da ders verirken, içim dopdolu hissettiğim bir an, canım mektup arkadaşıma upuzun bir mektup yazmıştım (ve tabii ki ferahlamıştım). Nasıl olduysa oldu mektup eline ulaşmadı, zayi oldu. Bir kerelik kötü bir tesadüftür diyordum ki yine bir anlık ilhamla Paris'ten İstanbul'a yolladığım mektup da bir yerlerde kayboldu. Müsveddesiz yazmaya alışkın olduğum için mazrufu ne bütünüyle hatırlamak ne de tekrar yazıp yollamak mümkün oldu..
Tam Almanya'nın bu konuda sicili temiz diye düşünürken, düzenli New York postam aksayıverdi. İşte bir kayıp mektup daha!
Kalemi, kâğıdı, zarfı, pulu, hepsini çok seviyorum; ama neredeyse sırf güvenlik kaygısıyla e-mail (tuulia olsa e-posta derdi :) taraftarı kesilicem!

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ölümsüzlük..

Dün yine üzücü bir haber aldım. Bir kayıp daha. Nedense bu sene çok fazla güzel insanın başına çok tatsız şeyler geldi. Umarım bu son olur..
Aslında her gün herkesin karşısına çıkan böyle bir sürü acı olay, ne kadar kafamızın gerisine itmeye, unutmaya çalışsak da her hayatın bir sonu olduğunu hatırlatıyor insana. Evet, hayat kısa ve sonlu..
Bir şey üretmeye, ortaya bir şeyler çıkarmaya çabaladığımda, haliyle en çok da yazı yazdığımda aklıma ölüm korkusuyla ölümsüzlük arzusunun nasıl da ayrılmaz bir ikili olduğu geliyor (Kundera'dan mülhem). Acaba esas mesele sayılı günleri doldurmak mı? O yüzden mi Berlin'de olduğum her gün, en azından küçük bir şey yazmaya uğraşıyorum?..

13 Nisan 2010 Salı

der Spargel

Susanne sağolsun yol yorgunu olacağımı varsayarak geldiğim gün akşam yemeği hazırlamayı önerdi. Gayet deneysel ve fakat pek becerikli bir aşçı olduğu için severek kabul ettim.
Meğerse bu günlerde yenmesi en icap eden sebze kuşkonmazmış - hatta Spargelsaison diye kelime bile türetmişler. Zira sadece bu serin ama güneşli bahar aylarında tazesi bulunabiliyormuş ve bazen lokantalar kapılarına "frischer Spargel" diye ilan dahi asıyormuş. Susanne'ın ayrıca aktardığına göre kuşkonmaz toksinleri atmak için de birebirmiş - NY sonrası böyle bir küre ihtiyacım yok desem yalan. :)
İyi de yemekte ne vardı derseniz, haşlanmış kuşkonmaz ve patates (Alman mutfağı klasiklerindenmiş). Kulağa yavan gelebilir ama üzerine Hollandaise sosla pek nefis oldu. Cidden!

12 Nisan 2010 Pazartesi

en terrasse

Sabah uçaktan inip kendimi havaalanının dışına atar atmaz, 8 saatlik mahrumiyetin ardından bir sigara yaktım. Ve havanın on gün öncesine nazaran biraz daha sıcak olduğunu hissettim.
Öğleden sonra, biraz ayaklarımın şişliği insin biraz da hava alayım diye yürüyüşe çıktığımda şehir hayatının bu aslında sadece birkaç derecelik ısı artışından ciddi anlamda etkilendiğini fark ettim.
Şimdiye kadar hep kapalı alanlara hapsolmuş cümle Berliner ve Berlinerin, neredeyse her kafenin önüne atılmış masa sandalyelere keyifle kurulmuştu. Bu gidişle kaldırımlar yürüyenlere dar gelecek ama en azından Paris usulü terasta kahve içmenin tadını çıkarabileceğiz..

3 Nisan 2010 Cumartesi

Paskalya çöreğini kaçırmak..

Dün sabah annemle telefonda konuşurken, çörek yapacak zamanı bugün (Cuma) denkleştiremediğini, ama yarın (Cumartesi) bütün günü bu işe ayıracağını söyledi. Yani şu sıralar, şu saatlerde bizim ev buram buram damla sakızı kokuyor. Yine hafiften içlendim. Bilenler biliyor paskalya çöreğini ne kadar sevdiğimi - hele de annem yapmışsa..
Hatta gurbet elde hasretlik çekmemek için gelir gelmez ayrıntılı tarifini de almıştım. Yapmaya da gerçekten çok niyetliydim. Şansa bakın ki bu haftasonu bana yine yol göründü ve büyük aşçılık planlarım suya düştü..
Annem her zamanki gibi iyimserdi, "New York'ta daha güzeli vardır muhakkak kızım," dedi - nereden olacaksa! :) Ama asıl müjdeyi sonradan verdi, "sen gelince yine yaparım, Paskalya olması şart mı?"
İşte beklediğimiz hereketler, işte benim annem!

2 Nisan 2010 Cuma

Frühjahrsputz

Buradaki evler -- tabii ki benim evim de dahil olmak üzere -- annemin, annelerimizin evleri kadar derli toplu, temiz pak değil. Neticede ayakkabıyla giriyoruz çıkıyoruz; öyle gün aşırı toz almak ya da haftada bir temizlikçi tutmak gibi alışkanlıklarımız yok; kendi kendimize süpürüp silsek de annemin pek altını çizdiği "dip köşe" temizlikten pek yapmıyoruz.
Fakat Ostern dolayısıyla okullar tatil oldu olalı (yani Salı'dan beri) Susanne evin her bir köşesinde elinde bezlerle beliriveriyor. Söylediğine göre her yıl muhakkak bahar temizliğine girişmek bir gelenekmiş..
Ama evimiz çok büyük olduğu için birinden yardım istemenin şart olduğuna karar verdik. Söz konuşu kişi, yani Jane, Kübalı bir travesti. Rivayete göre pek havalı, boylu posluymuş ve "I want to break free"nin klibindeki Freddie Mercury gibi gayet seksi küçük eteklerle temizlik yapıyormuş. Dev meraklanıyorum! :)

1 Nisan 2010 Perşembe

6 Ay

Bugün günün tarihine bakınca fark ettim ki Berlin'de altı ayı devirmişim. Bir yandan bir sürü şey oldu, bir dünya şey yaptım. Öte yandan da altı ay nasıl geçti anlamadım desem yeridir. Yolun yarısını geçmişim bile, dönüşe az kalmış ama daha hâlâ bir şeyleri öğrenmeye, bir şeylere alışmaya çalışıyorum. Garip şey..
İstanbul hasretim büyük elbette ve geriye sayım halet-i ruhiyesine girmek hoşuma gidiyor. Diğer yandan da yine büyük bavullar, yine vedalaşma, yine taşınma, yine intibak, yine bitiş, yine başlangıç. Korkutuyor insanı. Seferilik zor zanaat, başka bir altın bilezik bulmak lazım..