28 Aralık 2009 Pazartesi

Bugün benim doğumgünüm...

Her sene aynı şey oluyor. Muhtemelen yıl sonunda doğmuş olmanın lâneti. Garip bir hesap, kitap, muhasebat işine girişiyorum. Geçen yıl ne oldu, bu nasıl bir yıldı, neredeydim, nereye geldim, falan filan... Belki bu sene birçok seneden daha şaşırtıcı bir bilançoyla karşı karşıyayım. Bilen biliyor.
Evet, birtakım adımlar atıyoruz, bizi bir yerlere götüreceklerini zannediyoruz ama bir bakmışız bambaşka bir yerdeyiz. İyi ya da kötü manasında değil, sadece niyetlere bakarak sonuçların kestirilemezliğinden söz etmeye çalışıyorum. O yüzden önümüzdeki sene nasıl geçecek konusunda en ufak bir akıl yürütmeye niyetim yok. Belli olmaz, hayat. En iyi cevap bu.
Fakat çok çok az da olsa bazı şeyler değişmiyor, buna inanmak lazım. Geçen seneki gibi bu sene de kendime ayakkabı hediye ettim. Uzun vadeli planlara "geçici bir süre için kapalı"yım ama seneye de bunu yapacağıma çok rahat ant içebilirim! :)

26 Aralık 2009 Cumartesi

Sizi bir yerden gözüm ısırıyor?...

Her zaman başıma gelir. Hayatımda görmediğim insanlar yolumu çevirip, benimle muhakkak bir yerlerde tanıştıklarını, o değilse Ayşe'nin, Seda'nın, Burcu'nun kardeşi olduğumu iddia ederler. Hiç alakam olmadığına karşı tarafı ikna etmek bazen epey zaman alır.
Son bir iki haftadır ben de Berlin sokaklarında bu acayip hissiyatla yürüyorum. Bir sürü insan mütemadiyen tanıdık geliyor. Bir arkadaşım Berlin ufak yer, zamanla herkes aşinalaşır dedi. Öyle fazlasıyla sokaklarda olmadığım ve çok fazla insanla tanışmadığım düşünülürse ne kadar haklı pek emin değilim. O yüzden de bir miktar huzursuzluk duymaya başladım. İnsanların yüzüne yeterince dikkatle bakmıyor muyum, bir insanı diğerinden ayıracak şeylere önem atfetmiyor muyum, ya da bu şehirde herkes birbirine mi benziyor?
Ama biliyorum, hepsi Orhan'ın suçu. Nakkaşlar arasında dolaşa dolaşa yeknesak yüz ifadeli minyatürler âleminde yaşar oldum belki...

24 Aralık 2009 Perşembe

Blow up

Sonunda Berlin'in Cinémathèque'i sayılabilecek kino Arsenal'e gittim ve meşhur Antonioni filmini izledim (dolayısıyla iki kere "sonunda"). Haliyle çok beğendim (yine, ikisini de :).
Filmin belgeselvari zenginliği inanılmazdı. 60'lar İngilteresinin sınıfsal ayrımları, döneme hâkim müzik ve endüstrisi, moda, güzellik, anoreksik kadınlar, sokaklardaki yarı punk yarı artsi takılan gençler, dumanlı sosyete partileri, hepsi hepsi hepsi müthişti.
Özellikle müziğe kaptırıp sallanıp duran Vanessa Redgrave'e fotoğrafçının, "dance against the rhythm" dediği yere ve kadının triplerine bayıldım. Gerçi sonrasında gittiğim meşhur Ost Berlin kulübünde ne kadar denediysem de başarılı olamadım, o ayrı. :)

23 Aralık 2009 Çarşamba

Arife

İnsanlar günlerdir Weihnacht hazırlığı yapıyor ama bugün ortalık iyice delirmiş durumda. Hem herkes çılgın gibi hediye telaşında hem de dükkanların Pazartesine kadar açılması yassak olduğundan marketlerdeki kitle kıtlık beklentisi varmış gibi alışveriş yapıyor.
Önümdeki 20 kişilik kuyruktaki insanlara, sadece bir demetcik dereotu almak için beklediğim yaklaşık 20 dk. boyunca kızıp durdum. Eminim evleri yemek doludur ve hiç de öyle önümüzdeki üç günde aç kalma ihtimalleri yoktur. Ama insanlar böyle işte, bir şeyin nadirattan olması hemen onu kıymete bindiriyor.
Anne sözü dinlemek lazım, "Arife günü alışverişe çıkılmaaaz!"

Mango

Daha önce de söylemiştim, dünyanın dört bir tarafından gelmiş ve hayatlarını kezâ dünyanın dört bir yanında geçirmiş insanlarla vakit geçirdikçe kendimi köylü hissettiğim olmuyor değil.
Bu anlardan biri Hintli arkadaşım sevdiği mango cinsini anlatırken cereyan ettim. Mangonun envai çeşidi üzerine bir söylev dinler buldum kendimi ve acaba söylesem mi söylemesem mi diye kurmaya başladım. Neticede ağzımdan çıkıverdi: "ben daha önce hiç mango yemedim!"
Etraftakilerin tepkilerini ne kadar iyi ölçebildim bilmiyorum ama hem mazur hem hâkir gören hafif bir gülümseme belirdi sanki yüzlerde. Hemen harekete geçemedim ama "madunluğun hatırası" sürünce bugün siftahı yaptım!
Şüphesiz şahane bir şeymiş. Niye benim için üzüldüklerini şimdi daha iyi anladım ve hak verdim :)

22 Aralık 2009 Salı

Öz-Gıda

Bir İstanbul bağlantım olduğunu ve Schöneberg'de yaşadığımı öğrenen herkes hemen Öz-Gıda'dan mı alışveriş ediyorum diye soruyor. Zira Berlin'in en büyük "Türk marketi" evime 5 dk. uzaklıkta ve nedense insanlarda iyi et ve sebzenin onlarda olduğuna dair bir inanç var.
Ne var ne yok diye bakmaya gittim elbette ama Tadım kuruyemiş, Ülker bisküvi, Pınar peynir filan öyle pek de özlediğim şeyler değil. Et almaya hiç niyetlendim, ama sebze konusunda da şüpheliyim açıkçası, orada da çapı neredeyse 20 cm. olan dev pırasalardan vardı ve korkarak uzaklaştım...
Yine de nankörlüğün alemi yok tabii, insanın özleme ihtimali olan şeyleri kolayca bulması güzel. Hem sattıkları Piyale irmik sayesinde pek güzel bir helva kavurdum!

21 Aralık 2009 Pazartesi

Şeb-i Yelda

Bu hikâyeyi anlatmadığım pek az insan kalmıştır zannederim ama yine de her sene aynı şeyi hatırlamadan edemiyorum. İlkokulun ilk senesinde ayları, mevsimleri filan işlerken 21 Aralık'ın en uzun gece olduğunu öğrenmiştik. Günü geldiğinde de öğretmen tekrar hatırlatmıştı.
Artık neler neler düşündüysem, o gece kötü kötü rüyalar görmüş, durmadan uyanmış, en sonunda da bu gece hiç bitmeyecek paniğiyle annemin yanına gitmiştim.
Annem tabii son derece rasyonel ve cevabına net bir insan olduğu için gayet güzel anlatmıştı, kızım dünden sadece 2dk. uzun, işte bunlar böyle yavaş yavaş uzar kısalır diye. Bir de müjde vermişti: yarından itibaren günler uzamaya başlıyor!
O gün bugün artık 21 Aralık'ta seviniyorum. Kış uzaklaşıyor, bahar yaklaşıyor! :)

20 Aralık 2009 Pazar

Kaffee und Kuchen

Almanya'da haftasonu klasiklerinden biri saat dört civarında, dışarıda ya da evde, kahve ve kek/pasta (kuchen hem "yemek pişirmek" hem de kek/pasta demek) yemek üzere buluşmak. Geldiğimin hemen ertesi günü Georges'ların evinde ritüelin ilk provasını yapmıştım. Sonra Elke'lerle tekrar ettik. Bugün de dördüncü advent olması vesilesiyle yine bir davete icabet ettim.
Pratikte beş çayı dediğimiz şeyden bir farkı yok ama menüde sadece tatlı mamuller oluyor. Annemin tatlı tuzlu sayısını eşitleme, dolayısıyla damak tadını dengeleme çabası hiç uğramamış buraya; 3-4 çeşit turta, kurabiye, pasta vs.'den yemenizi bekliyor ev sahipleri.
Şüphesiz güzel bir gelenek ama bu kadar tereyağı ve şekerle bünye nasıl başa çıkar kestirmek zor...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Schneeflocke

Berlin herkesin bildiği üzere enikonu soğuk bir şehir. Ve insanların söylediğine göre bu sene Ocak'ta başlaması icap eden soğuklar Aralık'ta başlayıvermiş. Gerçekten de geçen hafta boyuna kar yağdı ve derece -10'lar civarında.
Dışarının ayazına inat evlerin yalıtımı ve ısınma sistemi kusursuz. Kaloriferlerimiz yirmi dört saat harıl harıl yanıyor ve hiç üşümüyoruz desem yeridir.
Bu zıtlığın ilginç neticelerinden birine bu sabah şahit oldum. Susanne bir heyecan ve panikle odama geldi, "Senin de pencerende kar çiçekleri var mı?" diye. İlk anda anlamadım, meğerse çift camın dışarıda kalanının iç kısmında oluşan buzlanmadan ve gayet net görünen altıgen kar tanelerinden söz ediyormuş.
Evet, bir müddet benim de penceremde her sabah çiçek açacak sanırım...

18 Aralık 2009 Cuma

Pergamon

Birçok insanın Berlin'e gelir gelmez yaptığı şeyi ancak iki ay sonra yapmayı becerdim, Pergamon Müzesi'ni gezdim. Üstelik de epey şanslıydım. İslam eserleri bölümünün müdürü Stefan bize özel bir tur yaptırdı. Gerçi saatlerce bir sürü ıncık cıncık detay dinlediğimiz için şans mı şanssızlık mı karar vermek zor.
İşin ilginç yanı bizim Türkiye'de yakınen bildiğimiz Pergamon ve Milet'in "çalınma" hikâyesinin diğer fellowlar için tamamen yeni bilgi olmasıydı. Dolayısıyla bu koca koca tapınakların ta oralardan buralara nasıl gelebildiğine bir türlü akıl sır erdiremediler. Ama Babylon'dan gelme İştar kapısını, El Hamra'dan gelme kuleyi, Şam'dan gelme konağı görünce insan nakliyat Almanların milli seciyesi olsa gerek diye düşünmeden edemiyor! :)

17 Aralık 2009 Perşembe

Karanlık

Genellikle sabahları 7'de kalkmaya çalışıyorum ama işim gitgide zorlaşıyor, çünkü ortalık acayip karanlık oluyor. Zaten biraz kuzeye gidince insan bunu hemen fark eder ya, yine de saat 8'i geçmiş olsa bile suni ışıkta çalışma mecburiyetinden hiç mi hiç hoşlanmıyorum.
Bir de hah işte biraz günışığı diye sevinirken saat 4 oluveriyor ve şehir tekrar karanlığa gömülüyor. Berlin öyle Londra gibi bulutlu, puslu, gri bir şehir değil. Neredeyse her gün az da olsa güneş ve mavi gökyüzü görmek mümkün, ama işte ufacık bir yüz görümlüğü kararında. Fazlasını koklatmıyor. N'apalım her mahbubun bir kusuru oluyor işte...

(Bu arada, geçen gün blog'da altında hiçbir yazı olmayan Karanlık başlığını görüp endişelenen arkadaşlardan da ayrıca özür dilerim. Yanlışlıkla yazı bitmeden yayımlayıvermişim...)

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kiez

Birçok şehirde böyle bir eğilim vardır elbette ama şimdilik gözlemlediğim ve dinlediğim kadarıyla tipik Berliner, mahallesine pek düşkün, yemekten spora, alışverişten dansa tüm aktivitelerini kendi çöplüğünde, yani Berlin dışında biraz argo kaçan tabirle kiezinde yapmayı seven biri.
Sanırım çoğu insan zaman içinde favori kafelerini, barlarını, yürüyüş güzergâhlarını, vs. belirliyor. Kiezin dışındaki aktivitelere icabeten "seyahat etmesi" gerekiyorsa da epey kayda değer bir vaat bulunması gerekiyor.
Günlerce tek bir toplu taşıma aracına binmeden Kadıköy-Moda-Caddebostan hattında ileri geri takılan benim gibi biri için son derece meşru ve anlaşılır bir tutum. Zaten Schöneberg'deki hayatım da böyle bir rutine doğru ilerliyor...

15 Aralık 2009 Salı

Issız mutfak

Geçen sene kendi kendime yemek pişirmeye üşendiğimde de bunu düşündüğüm olmuştu ama esas geçen ay New York'tayken hissettim ki artık herkes için akşam dışarıda yemek normal, evde yemek pişirmek olay. Yani, annelerimizin neslinin tersine restorana gitmek bizim için lalettayin bir faaliyetken, yemek hazırlamak ve eve misafir davet etmek epey bi şey...
Bu hafta çok şanslıydım Hintli arkadaşım Sonali'nin evinde acılı bir balık yemeği, Fulya'nın elinden de coconut chicken yedim. Bugün Irak usulü dolmayı reddetmek zorunda kaldım ama Cumartesi günü Suriyeli arkadaşın sürprizlerini tatmak nasip olucak.
Bakalım bizim mutfak ne zaman şenlenecek? :)

11 Aralık 2009 Cuma

Whatever Works

Woody Allen'ın yeni filmine gitmek nicedir aklımdaydı. Baktım Odeon'da oynuyor, Fulya'yla atladık gittik. Tabii ki gülmekten kırıldık ve Cuma gecesine şahane, pozitif bir enerjiyle giriş yaptık.
Son dönem diğer filmleri gibi bu da aşka, ilişkilere, kadınlara, erkeklere dair; ama göçmenlik, sınıf, din, akademya, vs. derken kafamızı kurcalayan bir sürü şeye küçük küçük ama sinek ısırığı gibi bzzzt diye tatlı tatlı irkilten dokundurmalar yapıyor.
Filmin genel şiarı nefis. İzlerken hep aklıma kardeşle çok sık söylediğimizi "olduğu kadar" lafını getirdi . Zaten kapanış cümlesi de olabilenle mutlu olmayı becermeye dair...

"That's why I can't say enough times, whatever love you can get and give, whatever happiness you can filch or provide, every temporary measure of grace, whatever works. "

10 Aralık 2009 Perşembe

Weihnachtsmarkt

Daha önce Krakow ve Üsküp'te de yeniyıldan önce açılan pazarları görmüştüm ama galiba bu müessese Almanya'da enikonu ihtişamlı oluyor. Şehrin neredeyse dört bir yanındaki platzlara kurulan pazarlarda çam ağacından cicilere, çeşit çeşit el sanatı erbabının hünerlerinden hediyelik ufak tefek eşyalara, yöresel yemeklerden curry wurst'e, heiße Schokolade'den glühwein'a ne ararsan var.
Herkesin elinde bir bardak kahve ya da şarapla, maaile gezdiği bu pazarların ortasında çoğunlukla ufakça bir lunapark da oluyor ki minikler eğlensin.
Velhasıl, soğuk Berlin kışında insanın içini ısıtan bir şey bu Weihnachtsmarkt. Hele hafiften atıştıran kar şöyle lapa lapa yağmaya bir başlasa, herhalde salına salına gezmeye doyum olmayacak...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Bergmannstraße

Berlin'de güzel sokak gırla elbette ama şehri gerçekten iyi bilen biri akıl fikir vermezse insan ikinci ligdeki yerleri şampiyon sanıverebilir. Bu aralar sağolsun Matthias sahneye çıktı da engin tecrübelerinin meyvelerini yemeğe mazhar olduk! :)
Ailecek gittiğimiz yoga seansının ardından enişte gayet sevinçle bizi Bergmannstraße'ye götürdü, çoktandır bildiği sevdiği mekânlar varmış bu sokakta. Gerçekten de her yer birbirinden sevimliydi ve nereye gideceğimize karar vermekte pek zorlandık.
Neyse ki önümüzde kocaman bir Aralık var, Thai diye başladık, daha çok yer deneriz!

8 Aralık 2009 Salı

Glühwein

E Almanya gibi soğuk memlekette bir vakitten sonra insanın içini ısıtacak şeylere ihtiyacı oluyor muhakkak. Noel zamanı kurulan pazarların (Weihnachtsmarkt, ki anlatma sırası gelecek) başrollerinden birinde de sıcak şarap var.
Bildiğiniz kırmızı şarabın içine tarçın, şeker, karanfil filan koyarak yapıyorlar. Yani öyle aman aman bir numarası yok. Yalnız ayaz sokaklarda yürürken elinizi de böğrünüzü de hafiften yakan bir şey olması fena olmuyor. O kesin.
Tabii bir de aklıma Seçilcimle evde yaptığımız Glühwein akşamları düşüyor, hasret basıyor...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Ampelmännchen

Trafik ışığı gibi genellikle evrensel bir standardı olan şeylere aykırı bir örnekle karşılaşınca insan garipser, sindiremez. Ama Berlin'de trafik ışıklarını görür görmez gülümsüyor insan, hemen kanı kaynıyor.
Bu küçük adam GDR zamanında özel olarak tasarlanmış ve önce Doğu Berlin'de sonra Doğu'nun genelinde sokakları süslemiş. Doğu ve Batı birleştikten sonra standardizasyon sağlamak için yerlerinden sökülmeye başladıklarında kimileri bu fikre şiddetle karşı çıkmış ve küçük adamı kurtarma örgütü bile kurulmuş! (“Committee to Save the Ampelmännchen”).
Neticede mücadeleden muzaffer çıkan ampelmännchen, şu an Berlin'in her yerinde muzip muzip ya yürüyor ya duruyor...

6 Aralık 2009 Pazar

Rosenkohl

Susanne'a soracak olsak herhalde en sevdiğim yemeğin brüksel lahanası (Almanca adı nedense gül/gonca lahanası manasına geliyor) olduğunu söyler - ki bu da değil bizzat kendime, herhangi birine asla yakıştıramayacağım bir evsaf. Fakat, hayat...
Hem çabuk ayıklandığı, hem şıp diye piştiği, biraz soğan ve soya sosuyla kavrulunca da hiç fena olmadığı için gerçekten çok sık rosenkohl yediğimi itiraf etmek zorundayım. (Kabak, havuç, mantar, patlıcan filan da arada yedek kulübesinden oyuna katılıyor.)
Çok yakında kolları sıvayıp mutfağa girmem, gerçek anlamda yemek pişirmekten de yemekten de anladığımı kanıtlamam şart oldu...

5 Aralık 2009 Cumartesi

Adventskalender

Kimileri gâvur âdetleri benimseniyor diye veryansın edip duruyor TR'de. Çam ağaçları, hediye alıp vermeler filan tukaka ediliyor. Ama görebildiğim kadarıyla korkacak bir şey yok, Alman standartlarında bir Noël hissiyatı için daha kırk fırın ekmek yemek lazım.
Farklı farklı Noël oyuncaklarına tek tek değinmek niyetindeyim ama
ilk iş bu takvimden söz etmeli. Çok eğlenceli.
24 Aralık'tan dört hafta önceki Pazar günü başlayan advent, teolojik olarak İsa'nın doğumunu ve geri dönüşünü bekleyişi simgeliyor. Din iman bir yana, bu bekleyişin çocuklara getirisi büyük. Dört haftalık geriye sayım için kutu kutu takvimler yapmışlar, kimisinden çikolata, kiminden şeker, kiminden oyuncak çıkıyor. Günün tarihine göre (diyelim bugün 5 Aralık) kutunuzu açıyorsunuz ve bahtınıza bir hediye çıkıveriyor. Tam dört hafta boyunca her gün!
Ben yetişkinlere uygun bir adventskalender bulamadım ama söylediklerine göre biralısı varmış!

4 Aralık 2009 Cuma

Paris Bar

Nedense işlerimi bir türlü bitiremediğim için kendi başıma aktivite üretmeyi beceremeyip bol bol çalışıyorum. Neyse ki Berlin'e ziyarete gelen arkadaşlar var da, bir sürü güzel şeyi sayelerinde yapabildim. O yüzden yolu Berlin'e düşen tüm dostlara buradan peşinen minnet şükran.
Paris Bar'a da Ani sayesinde gittik. İyi ki de gittik. İnsana içeri girer girmez ufak bir zaman/mekân karmaşası yaşatan, çalışanların Fransız konuştuğu, menüsünden ambiyansına her haliyle Französisch bir bistro/resto Paris Bar.
Belki biraz pahalıca ama en güzelinden soupe à l'oignon içmek ya da moules frites yemek ya da sadece bir nefes Paris koklamak için birebir...

3 Aralık 2009 Perşembe

Abendbrot

Ev arkadaşım Susanne pek ufacık, tam çıtı pıtı bir kadın. İştahsız filan olduğunu söyleyemem ama sabah akşam yediği tek şey ekmek üstüne tereyağ ve gouda peyniri, bazen de jambon vs. Yani neticede durmadan küçük sandviçlerle yaşıyor.
Ama öğrendim ki bu Susanne'a has bir alışkanlık değilmiş. Almancada "akşam yemeği"ni karşılamak için iki kelime var: biri Abendessen, ki kelimesi kelimesine akşam yemeği manasına geliyor; diğeri de Abendbrot, yani "akşam ekmeği" ya da belki daha yerel bir çeviriyle "akşam kahvaltısı".
Kardeş gibi kahvaltıseverler için fena bir çözüm değil!

2 Aralık 2009 Çarşamba

Tipping Tips!

Almanca dersimin faydalarından biri de öğretmenimiz Nadja'nın bizi yerel kural ve kaidelere dair çok şeker bilgilerle donatması. İlk derste herkes lokantada nasıl sipariş vereceğini filan öğrenmeye pek meraklı olduğu için epey bir saati tamamen garsonluk ve müşterilik meselelerine ayırdık.
İşte bu sayede öğrendiğim ilginç bir şey bahşiş vermeye dair. Berlin'de hesap isteyince garson hiç masadan uzaklaşmadan ya da hesabı kapalı bir kutuya filan koymadan yüzünüze karşı rakamla söyleyiveriyor. Aynı şekilde sizin de parayı uzatırken ne kadar bahşiş vereceğinizi peşinen söylemeniz icap ediyor. Mesela 9.40 mı dedi, parayı uzatırken 11 (elf) bitte diyorsunuz böylece para üstünü almadan bahşişi vermiş oluyorsunuz. Hiçbir şey demezseniz ve sonra masanın üstüne para bırakırsanız ayıp oluyormuş...
Good to know!

1 Aralık 2009 Salı

Salinger

Bu yazacaklarımın Berlin'le pek ilgisi olduğunu iddia edemiycem. Ama bu kadar zihnimi dolduran bir şeyi de yazmadan yapamazdım.
16 Kasım günü, iki yılın ardından ilk kez New York'ta yalnız başıma dolanmaya koyulduktan sonra, yaptığım şüphesiz en iyi şey Strands tezgâhında gördüğüm üç küçük Salinger kitabını almak oldu. Büyük bir hesap değildi benimkisi; üstelik eminim arasaydım bile şehrin dokusuna ve ruh halime daha uygun bir şey bulamazdım.
Paris iptilam Kundera'ydı, neredeyse altı ayı tek bir yazarı okuyarak geçirmiştim. Gerçi Salinger'ın o kadar aylar sürecek bir külliyatı yok ama dönüp dönüp yeni baştan okunmaya değer satırları var...

[Ucundan acık: "I'm sick of not having the courage to be an absolutely nobody. I'm sick of myself and everybody else that wants to make some kind of a splash."]

30 Kasım 2009 Pazartesi

yogazentrum akazienhof

Zavallı dizlerim dört haftalık bir nekahat evresinden sonra yavaş yavaş üstlerindeki dev kabuklardan kurtulup, alttan pembe pembe deriler görünmeye başlayınca artık hasret kaldığım yoga derslerine dönebilirim diye düşündüm.
Bir Cumartesi sabahı klasiği olarak Susanne ve Maike'yle evden çıktık, birikmiş şişeleri recycle çöpüne attık, evimize çok yakın olan yogazentrum akazienhof'ta şen şakrak öğretmenimiz Ute sayesinde bir güzel esnedik, uzadık. Cumartesi sabahı bunca iş yapmanın mükafatı olarak da double eye'da şahane birer kahve eşliğinde sigara içtik.
Haftasonuna harika bir başlangıç!

29 Kasım 2009 Pazar

das SO36

ZMO'dan kafa bir arkadaş hararetle Cumartesi bir partiye gitmemi önerdi: das SO36 diye meşhur bir Kreuzberg klübünde her ayın son Cumartesi gecesi yapılan gay-oryantal partisi!
Güzel tesadüf, Ani de bu haftasonu için Berliner olduğundan bu fırsatı birlikte değerlendirebildik. Gayet güzel sallandık, kıvırdık, kurtlarımızı döktük. Ortamdaki bir çok insana nazaran süper dans ettiğimiz aşikârdı. Yalnız Hasan sahneye çıkıp her bir tarafını tir tir titretince, Ani derhal oryantal dersleri almamız gerektiğine kanaat getirdi. Göbekli göbekli adamlar böyle döktürürken, onlardan aşağı kalmak cidden yakışık almıyor canım! :)

28 Kasım 2009 Cumartesi

Ev hissi

Kasım ayını o kadar şehir dışında geçirdim ki (bir hafta İstanbul, iki hafta New York) resmen Berlin'i, sokağımı, evimi özledim.
Topu topu bir tam ay yaşamış da olsam buradaki hayatıma, birtakım rutinlere, ev arkadaşıma alışmışım; ve bu hafta ortası eve döndüğümde ilginç bir huzur geldi üzerime. Hafiften de olsa bir ev hissi edindiğimi fark ettim.
Elimde olmayarak ve epey şuursuzca haddinden fazla yere gitmeyi planladığım için, 2010'a kadar bu gelgitler ve seferilik sürecek gibi görünüyor ama yine de insanın özlediği, dönmek istediği bir evi olması güzel!
(Resimdeki yaşadığım apartman - Feurigstr. 54. Cumba gibi görünen çıkıntının tam üstündeki cam naçizane odam oluyor...).

27 Kasım 2009 Cuma

Flammkuchen

Sanırım ilk Zuzu'yla takıldığımız günlerden birinde menüde bu başlığı görüp ne olduğunu merak etmiştim (gözümün önüne ateşli flambeler filan gelmişti), ama çok da kurcalamayıp basit bir şey yemiştim.
Dün akşam ZMO'dan arkadaşlarla yemek yerken birileri ne olduğunu tarif etmeye soyundu. Pizza gibi ama çok daha ince, çıtır bir şey deyip durdular. Benim de aklıma canım anneannemin, sonra da annemin yaptığı, yufka üstüne beyaz peynir, domates ve soğandan ibaret yalancı pizza geldi. Onlara bunu anlatamadım ama kafamda canlanan böyle bir şeydi işte.
Meğer kastettikleri alenen lahmacunmuş! Kıymadan başka her şeyle yapıyorlar ama özünde bariz lahmacun bu...

26 Kasım 2009 Perşembe

taswir

Utanılacak şey belki ama bugün ilk kez Berlin'de bir müzeye gittim. Martin Gropius Bau. İslam, modern, sanat, vs. üzerine pek şık bir sergiyi görmek üzere.
Böyle bir laf var mı emin değilim ama sergi biraz kürasyon harikasıydı. Küratör bizim enstitüye bağlı bir felsefeci olduğu için, her bir şeyin ıncık cıncık anlatıldığı, cidden tafsilatlı bir tura mazhar olduk (!).
Normal olarak hem güzel hem pek bir şeye benzemeyen işler vardı. Ama bence kadının her şeyi anlatmak mecburiyetinde hissetmesi içler acısıydı. Görsel sanat kendi başına bir şey söyleyemiyorsa ve illâ birinin sözle, yazıyla meramını anlatmasına muhtaçsa, bu cidden bir başarısızlık hikâyesi değil mi?...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Angebot

Berlin'in gayet ucuz olduğunun geldiğimden beri farkındayım. Zaten herkes de söyleyip duruyordu. Ama Amerika dönüşü sanırım fiyatlar daha da bir nimet gibi göründü.
Ayakkabı, elektronik ve second hand konusunda tabii ki New York'un eline su dökemez (zaten bu tip gerekli alışverişlerimizi mezkur mekânda gururla yapmış bulunuyoruz :). Ama dışarı çıkmak, yemek içmek, toplu taşıma filan gibi hususlarda Berlin gerçekten çok çok user friendly.
Sanırım bunu hissediverip, bugün hemen gelir gelmez, gönül rahatlığıyla üç saat içerisinde üç farklı mekânda takıldım. Yedim, içtim, okudum. Gel keyfim gel yani... :)

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kreuztanbul

Berlin'de İstanbul'u aratmayacak bir süre aktivite oluyor. Konserler, belgeseller, konferanslar. Tabii ki neredeyse bütün aktiviteler Kreuzberg'de cereyan ediyor. Fatih Akın ve camiası epey İstanbul mecnunu olduğu için anlaşılabilir bir şey sanırım.
Yanlız işin fena tarafı ben bunların hepsini kaçırdım, kaçırıyorum. Viyana'ya gittim Ayben konseri oldu, İstanbul'a geldim Can'ın filmini gösterdiler, New York'tayken de bu adı süper sevimli Kreuztanbul festivalini kaçırıcam. Aralık'ta da bir şeyler güme gidecek ama seyahat takvimimi daha fazla düşünmek istemiyorum...
Acaba bu iki şehri buluşturamamla İstanbul'un bana küsmesinin ilgisi var mıdır? :)

13 Kasım 2009 Cuma

Berlin doktorlarına emanet...

Süper sağlık sigortamı kullanamayacağımı düşünüp bir yandan hayıflanır bir yandan böbürlenirken, Berlin'e üçüncü gelişimde ne yazık ki kendimi gayet hasta buldum. Sağa sola ufaktan sorunca bir arkadaş kendi allergologunu önerdi, gittim.
Hiç karşılaşmadığım garip soluma egzersizleri, ciğer analizleri, cilt testleri filan yaptılar. Kan alma konusunda pek başarılı olduklarını söyleyemem ama gayet nazik, dostane ve de ilgili insanlardı. Hoş, doktor İstanbul'daki dermatologun verdiği ilacın aynısını yazınca ve de ilaç işe yaramayınca yine tıp bilimine saygımı yitireyazmakta haklı olduğumu düşündüm. Neyse, bugün beni ikinci kez karşısında ve enikonu panik halde görünce daha ciddi bir mesele olduğuna kanaat getirdi ve en ciddisinden bir ilaç verdi :)
Neye alerjim var henüz belli değil. Yalnız ciltte yaptıkları denemeler çok hafif ölçüde kestane ağaçlarının polenlerine işaret etti. Off, umarım kestaneyi yasaklamazlar!

11 Kasım 2009 Çarşamba

Sonbahar

İstanbul'un ne kadar ağaçsız bir şehir olduğunu başka bir yere gidince anlıyor insan. Güz mevsiminin klişe edebi formülü "düşen yapraklar", şimdiye kadar gözümün önüne paraşütvari bir tempoda, yavaşça dalgalanan yaprakları getirirdi. Esas manasını Berlin'de anladım.
Gökten yağmur gibi yaprak iniyor, kaldırımları görünmez hale getiren, her zaman ıslak ve yumuşak (auchtung nazan!) bir katman peydâ oluyor. Çöpçülerin bunları kaldırmak için kullandıkları dev elektrik süpürgeleri var. Gürültülü, komik bir alet. Ama işleri hiç bitmiyor. Zaten Paris'te de fark etmiştim, Aralık'a doğru ağaçlar artık iyice soyunana kadar adamcağızların yegâne meşgalesi harb-i lacin.


10 Kasım 2009 Salı

Zeus Aşkına!

Berlin’i pek sevdim, pek övdüm. Şansımla, işlerin yolunda gitmesiyle pek fazla böbürlendim galiba. Mamimin kulağıma fısıldadığını duyar gibiydim aslında: “Evladım, sus söyleme, göze gelirsin.” Her zamanki gibi gülüp geçtim bu tavsiyeye. Ama neticede dört gözle beklediğim Istanbul tatilimin, anormal sıcaklığa da yansıyan cehennemi havasını herkes kem gözlere yordu.
Istanbul’un kıskanç tanrılarının, tanrıçalarının, meleklerinin gazabına uğradım belki de, Berlin’e methiye düzdüğüm için. Güzel şehrimin gönlünü nasıl almalı bilmem ki…

5 Kasım 2009 Perşembe

Bünye

Hep fark etmişimdir, bitirmem gereken bir şeyler varsa, iş güç fazlaysa, evden uzaktaysam, hasta olmuyorum. Komik ama, Yunanistan tatili dönüşü alerjik bir reaksiyon mudur nedir garip bir şekilde ellerimin boksör eldivenleri gibi şişmesi, tezin son chapter'ını tamamladıktan sonra hiç huyum olmadığı halde ateşlenmem, Londra dönüşü kurdeşen dökmem hep böyle örnekler.
Bu sabah da sanki yarın evde olacağımı beden zihinden önce biliyormuş gibi bademciklerim şiş uyandım. Birtakım bitki çayları filan içtim, maksat İstanbul'daki günlerim rezil olmasın. Sonra da C vitaminine ihtiyacım vardır diye koca bir bardak portakal suyu. Büyük hata!...
Birkaç aylık bir hikâye olduğu için içselleştiremediysem de narenciyeye yaklaştığım an saçma kaşıntılar ve kırmızılıklar hasıl oluyor. Nitekim oldu. Bütün öğleden sonrayı daral halinde geçirdim: Ya yine her tarafım kabarırsa, ya yine gözlerim kapanıverirse? :(
Kuzum K. meraklanmıştı, hastalansam acaba bakacak kimsem var mı diye. Acaba yalnızken hasta olmamayı beceriyorum da, hastabakıcı ihtimali bağışıklık sistemimi savunmasız mı bırakıyor?

4 Kasım 2009 Çarşamba

Birol Üneeeeel!

Ben mi şanslıyım Berlin mi süper kestiremedim. Tam Türkçe konuşan bir barmene ne biraları var diye sorarken bi baktım yanımda Birol Ünel! Amanın oldum. Ama tabii bi şey de yapamadım. O, evet O. Kafamı bi sağa bi sola çevirdim, hâlâ adam orada. Komik eşofmanlar giymiş, darmaduman yağlı saçlar, kirli sakal, elinde bira, küçücük bi adam.
Fazla dışarı çıkmazken ve Berlin'de daha ilk ayımı yeni idrak etmişken bu cidden sürpriz oldu. Bütün gece atlatamadım desem yeridir! :)

3 Kasım 2009 Salı

Los Abrazos Rotos

Bir miktar saçmalık olabilir ama Almanca altyazıyla İspanyolca bir film izledim. Düşündüm ki, eninde sonunda Almodovar, ne kadar zor olabilir; biraz da Fransızcaya güvenerek kavrarım herhalde anafikri dedim. (Zaten sinemanın söze yaslanması nedir efenim, görüntüler konuşsun, değil mi :)
Gerçekten de gayet anladım ve eğlendim. Güzel bir kadın, aşk, melodram, süper sahneler. Yetiyor.
İşin garibi tabii ki Pedro Masumiyet Müzesi'ni okumaksızın filmi çekmiştir ama, bence Orhan kitaba talip olan sinemacılara gönül rahatlığıyla "zaten uyarlandı" diyebilir...

2 Kasım 2009 Pazartesi

Staatsbibliothek (StaBi)

Geçen hafta kapsamlı bir tanıtım turuna mazhar olduktan sonra bugün ilk kez gidip meşhur kütüphanede çalıştım. Berlin'de her şey gibi kütüphanenin de duvara dair bir tarihçesi var. Uzun uzadıya anlatmak zor ama neticede iki tane StaBi var ve benim çalıştığım 70'lerin sonunda açılan Batı Berlin'deki kısım (Potsdamer Straße).
Kütüphane, yekpare denilebilecek büsbüyük bir okuma salonundan (Lesesaal) müteşekkil ve bu koca alanda yüzlerce insan, küçük masalarda sessiz sessiz çalışıyor. (Ses-sükût ikilemindeki ironiye bakın ki kütüphanenin mimârı aynı zamanda caddenin karşısına denk düşen filarmoni binasını da tasarlamış!)
Kendi gözlerinizle göremiyorsunuz ama kütüphanenin koleksiyonu 10 milyon kitap kadarmış! Yani, bu cennette bir şeyi arayıp da bulamamak istisnaî. İç seslerinizi dinleyip, gönlünüze sükûn ihsan eyleyen melekler de cabası :)

1 Kasım 2009 Pazar

BVG.de

Berlin epey büyük bir şehir. Ama yine de bir yerden bir yere gitmek oldukça kolay. Hem metro, tren, otobüs ağı inanılmaz yoğun hem de Berlin'in toplu taşıma şirketinin (Berliner Verkehrsbetriebe, BVG) müthiş kullanışlı bir internet sitesi var.
Şehre yeni geldiğimde enstitü sekreterinden ev arkadaşıma herkes kullanmamı önerdiği halde ben Paris alışkanlığıyla sadece metro durağını bilmek yeter diye düşünerekten pek oralı olmamıştım. Halbuki burada metro istasyonları arasındaki mesafeler uzak (yani soğuklar bastırdıkça metro çıkışı yürüyüp donmamak için otobüse binmek mecburi olabilir), üstelik metro genellikle 10 dakikada bir oluyor.
Dolayısıyla gideceğiniz yerin adresini ve ne zaman orada olmak istediğinizi yazıp, BVG'nin size önerdiği en çabuk yolu seçip, evden kaçta çıkacağınızı ona göre ayarlamakta fayda var. Bu gidişle korkarım ben de pünktlich Almanlardan olabilirim... :)

31 Ekim 2009 Cumartesi

Double-Eye

Berlin'de ilk müdavimi olduğum mekân Double-Eye. Sabahları yogadan çıktıktan sonra muhakkak gidip acı bir kahvelerini içiyorum.
İlk gördüğümde kapının önündeki küçük tabureler dışında oturacak yeri bile olmayan bu kafenin önünde niye millet kuyruğa giriyor diye şaşırıp burun kıvırmıştım. Fazla kalabalık olmayan bir gün içeri girip, insanın iki eliyle bile zor kavradığı koca bir tas heiße Schokolade içince bütün kanaatim değişti.
Kahveleri müthiş güzel, şaşırtıcı derecede ucuz ve ayak üstü sıcak bir şey içip biraz gazete karıştırmak gayet keyifli. Görünüşe göre herkes aynı fikirde, sanki bütün mahalleli birbiriyle burada buluşuyor!

30 Ekim 2009 Cuma

Kestane

Berlin'de kestane mevsimi açıldı. Nitekim senenin ilk kebabını pek sempatik bir İspanyol ablanın kastanien tezgâhından alıp yedim. (Bu kadar sevdiğim bir şeyin ismini söylemekte zorlanmayacağıma da ayrıca sevindim.)
Yalnız burada sokak satıcılarından öte bir görünürlüğü var kestanenin. Şu sıralar bütün kafelerde, restoranlarda masaların üstünü hafif kızarmış yapraklar ve at kestaneleri süslüyor. Biz küçükken annemin herhalde bereket filan getirsin diye çantasına muhakkak bir kestane attığını hatırlayıp masadan şansımı aşırıverdim ben de.
Tam bu kestane bolluğunu düşünürken dün de Prenzlauer Berg'de karşıma Kastanienallee çıkıverdi: iki yanı kestane ağaçlarıyla kaplı, epey güzel yeme içme mekânları olan uzunca bir sokak.
Acaba sırada ne var? Kestane şekeri hiç fena olmaz mesela... :)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Gospel Music

Geçen pazar mahallede ufak bir tur atmak için çıktığımda, Akazienstraße'den (ki bu blogda münhasıran ele alınmaya değer bir sokak kendisi) Nollendorfplatz'a doğru yürürken önce birtakım sevimli siyah çocuklarla karşılaştım. Sokakta top oynayıp gülüp eğleniyorlardı. Sonra birden kulağıma bir müzik çalındı. Bu nedir filan derken bir baktım bir kilisenin yanındayım ve camlardan göründüğü kadarıyla insanlar pazar ayininde sağa sola kaykılarak dans edip şarkı söylüyorlar. Bir an kendimi Chicago'da, Harlem'de filan gibi hissettim, ama Berlin'in göbeğindeydim işte!
Herkes bu şehrin renkliliğinden, kaosundan, karmaşasından bahsedip duruyordu. Gerçekten de haklılar belli ki. Yoksa aynı anda Türk mahallesi, gay district ve gospel music nasıl üstüste binsin? :)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Möbel-Olfe

Haftasonu İstanbul'dan ilk ziyaretçim geldi: Zuzucum! Hoş, kendisinin sebeb-i ziyareti doktorlara yönelik bir iş ve işçi bulma kongresine icabet etmekti, ama bu bütün haftasonunu pek güzel yarenlik ederek geçirmedik demek değil.
Kim kimi gezdirdi kısmı epey komik oldu yalnız. Zuzu birkaç günlüğüne burada olduğu ve elbette bir guide'ı bulunduğu için, (onun) sayesinde (ben) şehrin bir takım turistik atraksiyonlarını görmüş oldum! :)
Cumartesi gecesi için de Berliner arkadaşlardan tavsiye istedim. Daha önce önünden geçip burası fena değil diye düşündüğüm Möbel-Olfe'nin "bir Kreuzberg klasiği" olduğunu öğrenince gittik. Cidden sağlam mekândı. Güzel müzik, ucuz bira (nedense çok insan Polonya birası Żywiec içiyordu), makul bir kalabalık.
Yalnız demin baktığım internet sitelerindeki (http://www.moebel-olfe.de/) fotoğraflardan birinde gördüğüm Türkçe hurufat dikkatimi celb etti. Harbi ilginç...

24 Ekim 2009 Cumartesi

zur Zeit

Hayatımda ilk Almanca dersimi bu hafta gördüğüm için belki birçok insanın çoktan malûmu olan şeylere şaşırıyorum. Mesela dünkü derste öğretmen geniş zamanda fiil çekimini öğrettikten sonra Almancada şimdiki zaman olmadığını söyledi. Yani okurum demekle okuyorum demek arasında fark yokmuş. Buna bir yere kadar alışmak mümkün herhalde.
Ama daha şaşırtıcı olanı, gelecek zaman da yokmuş! Yani alışkın olduğumuz üç zaman kipini tek bir taneye sığdırmışlar. Dil düşüncemizi ve hayatımızı belirliyorsa (tersi de doğru ama şimdi bu tartışmaya girmeye gerek yok) acaba bu ne demektir?
Belki gelecekten fazla söz etmek istemiyorlar, belki yarının kaçınılmaz olarak bugünle ilgili olduğunu düşünüyorlar, belki gelecek net bir zaman kipinde kurgulanmak için fazla muğlak... Ama epey büyük bir şu anları var, o kesin!

23 Ekim 2009 Cuma

Clärchens Ballhaus

Hiç hesapta yokken Berlin'de ilk dansımı ettim. Aşağı yukarı yüz yıllık gerçek anlamda bir "balo salonu"nda!
Şimdiye kadar hiç böyle bir mekânda bulunmamıştım desem yeridir. Kapıdan girer girmez sizi ucu bucağı belirsiz bir pist karşılıyor ve kimileri bu kocaman alanın etrafındaki masalarda yemek yiyip sohbet ederken bir sürü insan deli gibi dans ediyor! Aslında belki gözünüzün önüne dev bir düğün salonunu filan getirebilirsiniz, sadece ortamda gelin-damat yok.
Her günün ayrı bir teması varmış ama yine de saat başı müzik tarzı hafiften değişiyor. Ben swing gecesine denk geldiğim için çok bilmediğim komik ayak hareketleri yapmak durumunda kaldım. Neyse ki enstitüden Orta Doğulu insanlarla gitmiştik de kafamıza göre kıvırdık. :)

22 Ekim 2009 Perşembe

Away We Go

Madem salonu anlattım, perdede gördüklerime de biraz değineyim bari.
Film otuzlarının ortasına yaklaşmış ama birçoğumuz gibi hayatlarına dair pek karar verememiş bir çiftle ilgili. Kadın hamile kalınca düşünceye dalıyorlar: Nerede yaşasak, nasıl yaşasak, şu hayatta ne yapsak? Küçük, sevimli, bazen komik bazen dokunaklı bir film. (Of, ne klişe bir cümle!) Tam bağımsız sinema işte. Amerikan Güzeli'nin yanına yaklaşması çok çok zor ama yine de hiç fena değil.
AG herkesin ve her şeyin ne kadar fucked up olduğunu anlatıyordu. Bu film de "peki ya bu çirkin dünyada güzel insanlar ne yapar?" diye soruyor. Filmin bir yerinde, gittikleri şehirler ve zaman geçirdikleri insanların alenen iğrençliği yüzünden daralan kadın, "We are so much in love, nobody's like us, what're we gonna do?" diyor. İyi soru...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Odeon

Herhalde aradığım evin özelliklerini sıralasam bu kadar denk getirmek mümkün olmazdı. "Evime 2 dk. yürüme mesafesinde, filmleri orijinal dilinde gösteren, perdesi Emek kadar kocaman, kırmızı kadife koltuklu bir sinema olsun," gibi bir dilek tutmayı tahayyül edemezdim.
İnanılır şey değil ama, Odeon savaştan sonra işgal dolayısıyla şehirde bulunan Amerikan askerleri için açılmış! O yüzden de programdaki çoğu bağımsız filmin yanısıra hâlâ eski Amerikan klasiklerini, tabii hep orijinal dilinde gösteriyorlar.
Dün bu yıllanmış ama katiyen eskimemiş salonda film izleme şerefine ben de nail oldum. Uzun müddet sinemada sadece ben varım diye heyecana kapıldım ama son anda dört beş kişi daha geldi. Yine de salon o kadar ferah ki "önüm arkam sağım solum" diye düşününce epey yalnızdım...

20 Ekim 2009 Salı

Monatskarte

Şehirde bol bol sağa sola gitmem gerekeceğini bildiğim için aylık mavi kart almayı düşünmüştüm. Zaten gelir gelmez de herkes önerdi. Tek bir biletin 2, kartın 70€ olduğunu öğrenince aldım tabii.
Üstelik cidden her açıdan çok user friendly bir hadise. Bir kere Berlin'in her yerinde, tüm toplu taşıma araçlarında, günün her saati kullanabiliyorsunuz. Ayrıca aybaşını kaçırdım derdi yok, aldığınız günden itibaren bir ay geçerli.
Dahası - ki bu bana pek faydası dokunmasa da cidden cidden inanılmaz bir şey - bilet iki kişilik! Yani tek bir aylık kart alıp iki kişi (yanyana olduğunuz müddetçe) kullanabiliyorsunuz. Hatta buna 3 çocuk da dahilmiş!
Berlin'de yalnızlık pahalıya mı geliyor nedir...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Berliner Bäder-Betriebe

Yaşasın, bugün Berlin'de ilk havuz sefamı yaptım! (Tahmin edebileceğiniz gibi başlık Berlin Havuz İşletmeleri gibi bir manaya geliyor). Aslında geç bile kaldım ama benim kabahatim değil. Evime 3 dk. uzaklıktaki havuz tadilatta olduğu için başka bir tane bulmak, açık olduğu saatleri denk getirebilmek, gitmeye motive olmak derken iki hafta geçti. Neyse, geç oldu da güç olmadı :)
İki sene kadar havuza gitmeye ara verdiğim için klorlu su sıkıntısını unutmuşum ve gözlüğümün lastikleri iyiden iyiye pörtlemiş. Yine de sebat ettim, bir saat kadar yüzdüm, rahatladım.
Yalnız ilginç bir şekilde yüzenleri izlemek pek havuz hissiyatı vermedi. Görünüşe göre Berlin'deki havuzlarda bone takma zorunluluğu yok ve neredeyse herkes pek yüzme bilmeyenler gibi kafaları dışarıda, kardeşin tabiriyle köpekleme yüzüyor. Belki de saçlarını havuz suyundan korumak içindir, hemen bir neticeye varmamalı...

18 Ekim 2009 Pazar

Polizei

Semtin itfaiyesi bizim sokakta olduğu için bol bol siren sesi duymaya alıştım. Yalnız ilginçtir, burada olduğum iki hafta süresince neredeyse hiç polis görmedim. İlk olarak dün gerçek anlamda bir asayiş vakasına rast geldim.
Berlin'li iki arkadaşla önce bir sergi açılışına gittik, sonra da beni duvar yıkılmadan önce büyük kısmı Doğu'da kalan ama şu aralar şehrin chic yerlerinden birine dönüşen Mitte'de yemeğe davet ettiler. Gittiğimiz yer epey sakin, nezih görünümlü, arkadaşların deyimiyle spiesich (anlatması zor, vasat, kitsch arası bir şey demekmiş) bir mekândı. Belki de böyle bir olay çıkması için biçilmiş kaftandı.
Uzun bir bekleyişten sonra gelen yemeklerimizi bitirmiş, şaraplarımızı içmiş, artık kalkmaya hazırlanırken epey sarhoş ve pejmürde görünen bir çift girdi içeri. Ortamda biraz sırıttılar ama bir taşkınlık filan söz konusu değildi. Neticede garson bunlara servis yapmak istemedi ve bir münakaşa başladı. Adam biraz dayılanır gibi olunca da derhal polis çağırıldı!
Abartmıyorum, sadece 3 dk. içinde iki zararsız sarhoş için üç polis arabası ve kimisi sivil tam 9 polis geldi! Özel müesseselerin istemediklerine servis yapmama hürriyeti varmış, burası özgür bir ülke!
Arkadaşlar "Berlin'e hoşgeldin," dediler...