31 Ekim 2009 Cumartesi

Double-Eye

Berlin'de ilk müdavimi olduğum mekân Double-Eye. Sabahları yogadan çıktıktan sonra muhakkak gidip acı bir kahvelerini içiyorum.
İlk gördüğümde kapının önündeki küçük tabureler dışında oturacak yeri bile olmayan bu kafenin önünde niye millet kuyruğa giriyor diye şaşırıp burun kıvırmıştım. Fazla kalabalık olmayan bir gün içeri girip, insanın iki eliyle bile zor kavradığı koca bir tas heiße Schokolade içince bütün kanaatim değişti.
Kahveleri müthiş güzel, şaşırtıcı derecede ucuz ve ayak üstü sıcak bir şey içip biraz gazete karıştırmak gayet keyifli. Görünüşe göre herkes aynı fikirde, sanki bütün mahalleli birbiriyle burada buluşuyor!

30 Ekim 2009 Cuma

Kestane

Berlin'de kestane mevsimi açıldı. Nitekim senenin ilk kebabını pek sempatik bir İspanyol ablanın kastanien tezgâhından alıp yedim. (Bu kadar sevdiğim bir şeyin ismini söylemekte zorlanmayacağıma da ayrıca sevindim.)
Yalnız burada sokak satıcılarından öte bir görünürlüğü var kestanenin. Şu sıralar bütün kafelerde, restoranlarda masaların üstünü hafif kızarmış yapraklar ve at kestaneleri süslüyor. Biz küçükken annemin herhalde bereket filan getirsin diye çantasına muhakkak bir kestane attığını hatırlayıp masadan şansımı aşırıverdim ben de.
Tam bu kestane bolluğunu düşünürken dün de Prenzlauer Berg'de karşıma Kastanienallee çıkıverdi: iki yanı kestane ağaçlarıyla kaplı, epey güzel yeme içme mekânları olan uzunca bir sokak.
Acaba sırada ne var? Kestane şekeri hiç fena olmaz mesela... :)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Gospel Music

Geçen pazar mahallede ufak bir tur atmak için çıktığımda, Akazienstraße'den (ki bu blogda münhasıran ele alınmaya değer bir sokak kendisi) Nollendorfplatz'a doğru yürürken önce birtakım sevimli siyah çocuklarla karşılaştım. Sokakta top oynayıp gülüp eğleniyorlardı. Sonra birden kulağıma bir müzik çalındı. Bu nedir filan derken bir baktım bir kilisenin yanındayım ve camlardan göründüğü kadarıyla insanlar pazar ayininde sağa sola kaykılarak dans edip şarkı söylüyorlar. Bir an kendimi Chicago'da, Harlem'de filan gibi hissettim, ama Berlin'in göbeğindeydim işte!
Herkes bu şehrin renkliliğinden, kaosundan, karmaşasından bahsedip duruyordu. Gerçekten de haklılar belli ki. Yoksa aynı anda Türk mahallesi, gay district ve gospel music nasıl üstüste binsin? :)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Möbel-Olfe

Haftasonu İstanbul'dan ilk ziyaretçim geldi: Zuzucum! Hoş, kendisinin sebeb-i ziyareti doktorlara yönelik bir iş ve işçi bulma kongresine icabet etmekti, ama bu bütün haftasonunu pek güzel yarenlik ederek geçirmedik demek değil.
Kim kimi gezdirdi kısmı epey komik oldu yalnız. Zuzu birkaç günlüğüne burada olduğu ve elbette bir guide'ı bulunduğu için, (onun) sayesinde (ben) şehrin bir takım turistik atraksiyonlarını görmüş oldum! :)
Cumartesi gecesi için de Berliner arkadaşlardan tavsiye istedim. Daha önce önünden geçip burası fena değil diye düşündüğüm Möbel-Olfe'nin "bir Kreuzberg klasiği" olduğunu öğrenince gittik. Cidden sağlam mekândı. Güzel müzik, ucuz bira (nedense çok insan Polonya birası Żywiec içiyordu), makul bir kalabalık.
Yalnız demin baktığım internet sitelerindeki (http://www.moebel-olfe.de/) fotoğraflardan birinde gördüğüm Türkçe hurufat dikkatimi celb etti. Harbi ilginç...

24 Ekim 2009 Cumartesi

zur Zeit

Hayatımda ilk Almanca dersimi bu hafta gördüğüm için belki birçok insanın çoktan malûmu olan şeylere şaşırıyorum. Mesela dünkü derste öğretmen geniş zamanda fiil çekimini öğrettikten sonra Almancada şimdiki zaman olmadığını söyledi. Yani okurum demekle okuyorum demek arasında fark yokmuş. Buna bir yere kadar alışmak mümkün herhalde.
Ama daha şaşırtıcı olanı, gelecek zaman da yokmuş! Yani alışkın olduğumuz üç zaman kipini tek bir taneye sığdırmışlar. Dil düşüncemizi ve hayatımızı belirliyorsa (tersi de doğru ama şimdi bu tartışmaya girmeye gerek yok) acaba bu ne demektir?
Belki gelecekten fazla söz etmek istemiyorlar, belki yarının kaçınılmaz olarak bugünle ilgili olduğunu düşünüyorlar, belki gelecek net bir zaman kipinde kurgulanmak için fazla muğlak... Ama epey büyük bir şu anları var, o kesin!

23 Ekim 2009 Cuma

Clärchens Ballhaus

Hiç hesapta yokken Berlin'de ilk dansımı ettim. Aşağı yukarı yüz yıllık gerçek anlamda bir "balo salonu"nda!
Şimdiye kadar hiç böyle bir mekânda bulunmamıştım desem yeridir. Kapıdan girer girmez sizi ucu bucağı belirsiz bir pist karşılıyor ve kimileri bu kocaman alanın etrafındaki masalarda yemek yiyip sohbet ederken bir sürü insan deli gibi dans ediyor! Aslında belki gözünüzün önüne dev bir düğün salonunu filan getirebilirsiniz, sadece ortamda gelin-damat yok.
Her günün ayrı bir teması varmış ama yine de saat başı müzik tarzı hafiften değişiyor. Ben swing gecesine denk geldiğim için çok bilmediğim komik ayak hareketleri yapmak durumunda kaldım. Neyse ki enstitüden Orta Doğulu insanlarla gitmiştik de kafamıza göre kıvırdık. :)

22 Ekim 2009 Perşembe

Away We Go

Madem salonu anlattım, perdede gördüklerime de biraz değineyim bari.
Film otuzlarının ortasına yaklaşmış ama birçoğumuz gibi hayatlarına dair pek karar verememiş bir çiftle ilgili. Kadın hamile kalınca düşünceye dalıyorlar: Nerede yaşasak, nasıl yaşasak, şu hayatta ne yapsak? Küçük, sevimli, bazen komik bazen dokunaklı bir film. (Of, ne klişe bir cümle!) Tam bağımsız sinema işte. Amerikan Güzeli'nin yanına yaklaşması çok çok zor ama yine de hiç fena değil.
AG herkesin ve her şeyin ne kadar fucked up olduğunu anlatıyordu. Bu film de "peki ya bu çirkin dünyada güzel insanlar ne yapar?" diye soruyor. Filmin bir yerinde, gittikleri şehirler ve zaman geçirdikleri insanların alenen iğrençliği yüzünden daralan kadın, "We are so much in love, nobody's like us, what're we gonna do?" diyor. İyi soru...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Odeon

Herhalde aradığım evin özelliklerini sıralasam bu kadar denk getirmek mümkün olmazdı. "Evime 2 dk. yürüme mesafesinde, filmleri orijinal dilinde gösteren, perdesi Emek kadar kocaman, kırmızı kadife koltuklu bir sinema olsun," gibi bir dilek tutmayı tahayyül edemezdim.
İnanılır şey değil ama, Odeon savaştan sonra işgal dolayısıyla şehirde bulunan Amerikan askerleri için açılmış! O yüzden de programdaki çoğu bağımsız filmin yanısıra hâlâ eski Amerikan klasiklerini, tabii hep orijinal dilinde gösteriyorlar.
Dün bu yıllanmış ama katiyen eskimemiş salonda film izleme şerefine ben de nail oldum. Uzun müddet sinemada sadece ben varım diye heyecana kapıldım ama son anda dört beş kişi daha geldi. Yine de salon o kadar ferah ki "önüm arkam sağım solum" diye düşününce epey yalnızdım...

20 Ekim 2009 Salı

Monatskarte

Şehirde bol bol sağa sola gitmem gerekeceğini bildiğim için aylık mavi kart almayı düşünmüştüm. Zaten gelir gelmez de herkes önerdi. Tek bir biletin 2, kartın 70€ olduğunu öğrenince aldım tabii.
Üstelik cidden her açıdan çok user friendly bir hadise. Bir kere Berlin'in her yerinde, tüm toplu taşıma araçlarında, günün her saati kullanabiliyorsunuz. Ayrıca aybaşını kaçırdım derdi yok, aldığınız günden itibaren bir ay geçerli.
Dahası - ki bu bana pek faydası dokunmasa da cidden cidden inanılmaz bir şey - bilet iki kişilik! Yani tek bir aylık kart alıp iki kişi (yanyana olduğunuz müddetçe) kullanabiliyorsunuz. Hatta buna 3 çocuk da dahilmiş!
Berlin'de yalnızlık pahalıya mı geliyor nedir...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Berliner Bäder-Betriebe

Yaşasın, bugün Berlin'de ilk havuz sefamı yaptım! (Tahmin edebileceğiniz gibi başlık Berlin Havuz İşletmeleri gibi bir manaya geliyor). Aslında geç bile kaldım ama benim kabahatim değil. Evime 3 dk. uzaklıktaki havuz tadilatta olduğu için başka bir tane bulmak, açık olduğu saatleri denk getirebilmek, gitmeye motive olmak derken iki hafta geçti. Neyse, geç oldu da güç olmadı :)
İki sene kadar havuza gitmeye ara verdiğim için klorlu su sıkıntısını unutmuşum ve gözlüğümün lastikleri iyiden iyiye pörtlemiş. Yine de sebat ettim, bir saat kadar yüzdüm, rahatladım.
Yalnız ilginç bir şekilde yüzenleri izlemek pek havuz hissiyatı vermedi. Görünüşe göre Berlin'deki havuzlarda bone takma zorunluluğu yok ve neredeyse herkes pek yüzme bilmeyenler gibi kafaları dışarıda, kardeşin tabiriyle köpekleme yüzüyor. Belki de saçlarını havuz suyundan korumak içindir, hemen bir neticeye varmamalı...

18 Ekim 2009 Pazar

Polizei

Semtin itfaiyesi bizim sokakta olduğu için bol bol siren sesi duymaya alıştım. Yalnız ilginçtir, burada olduğum iki hafta süresince neredeyse hiç polis görmedim. İlk olarak dün gerçek anlamda bir asayiş vakasına rast geldim.
Berlin'li iki arkadaşla önce bir sergi açılışına gittik, sonra da beni duvar yıkılmadan önce büyük kısmı Doğu'da kalan ama şu aralar şehrin chic yerlerinden birine dönüşen Mitte'de yemeğe davet ettiler. Gittiğimiz yer epey sakin, nezih görünümlü, arkadaşların deyimiyle spiesich (anlatması zor, vasat, kitsch arası bir şey demekmiş) bir mekândı. Belki de böyle bir olay çıkması için biçilmiş kaftandı.
Uzun bir bekleyişten sonra gelen yemeklerimizi bitirmiş, şaraplarımızı içmiş, artık kalkmaya hazırlanırken epey sarhoş ve pejmürde görünen bir çift girdi içeri. Ortamda biraz sırıttılar ama bir taşkınlık filan söz konusu değildi. Neticede garson bunlara servis yapmak istemedi ve bir münakaşa başladı. Adam biraz dayılanır gibi olunca da derhal polis çağırıldı!
Abartmıyorum, sadece 3 dk. içinde iki zararsız sarhoş için üç polis arabası ve kimisi sivil tam 9 polis geldi! Özel müesseselerin istemediklerine servis yapmama hürriyeti varmış, burası özgür bir ülke!
Arkadaşlar "Berlin'e hoşgeldin," dediler...

16 Ekim 2009 Cuma

Vintage

Avrupa'ya dair en sevdiğim şeylerden biri ikinci el kıyafet dükkanları. Zamanında Paris'te ilk olarak Sibel'le bunların kapısını bayağı aşındırmıştık. Sonra ben oradaki günlerimin geri kalanında da ara ara gider olmuştum.
Bir sürü ıvır zıvırın arasında karıştırmayı en sevdiğim şeyler hep gömlekler ve çantalardı. Hatta o çantalardan biri yüzünden bu yaz komik bir mahcubiyet yaşadım. Tünel'le yukarı çıkarken bir kız utangaç utangaç yanıma yaklaşıp," afedersiniz çantanızı nereden aldınız" deyince, 70'lerin özenti sosyetesi gibi "Paris'ten" demek zorunda kalışım cidden fenaydı...
Ama yine de engel olamıyorum işte. Sanki en afili çantalar bu vintage dükkanlarda oluyor düşüncesiyle bugün de mahallemdeki birçoğundan (şanslıyım!) birine gittim. Veee, Berlin'de ilk alışverişimi yaptım. Üstelik çantadan bile daha çok sevdiğim bir şey aldım: Ayakkabı! Neye benzediklerini anlatması zor ama iki yıldır filan aradığım çizmeleri buldum diyebilirim. Çok çok çok güzeller, üstelik de dev ucuza!

15 Ekim 2009 Perşembe

Kış

Bu hafta karşılaştığım herkes aynı tespiti yapıyor: Kış geldi! (İki hafta önce şehre yeni geldiğimde de "tüh, iyi havaları kaçırdın, yaz bitti" diyorlardı...). Gerçekten de dün gördüğüm kadarıyla dışarısı 1 derece ve elbette her yerde kaloriferler harıl harıl yanmakta, paltolar en üst düğmesine kadar iliklenmekte, atkılar sıkı sıkı bağlanmakta, eldivenler takılmakta. Eski memlekette insanların yarım kollularla dolaşıp güneş gördüklerini düşündükçe üstümdeki kazaklar paltolar birden fazla geliyor ama yapacak bir şey yok, gün döndü, devran değişti...
İşin garip tarafı, yıllardır burada yaşayan insanlar durmadan şikayet ederken ben pek oralı değilim. Hatta tanıyan tanımayan insanların yadırgayan bakışlarına maruz kalmak pahasına paltomu giymeye gerek görmeden kapının önünde sigara bile içiyorum.
Tabii, daha en soğuk havalarda küçük eteklerle dolaştığımı görmediler. Daha çok şaşırırlar...

11 Ekim 2009 Pazar

Ola Señorita!


Bir arşiv bağımlısı olarak Sultanahmet civarında çok zaman geçirdiğim için esnafın hello, ola, buongiorno, bonjour gibi girizgâhlarla lafa girme çabalarına alışkınım. Günlerce aylarca şu adamlar artık beni tanısın ve her gün buradan geçtiğimi anlasın da şu turist yaftasından kurtulayım istemişimdir.
Burada durum biraz farklı. Özellikle oturduğum semt itibarıyla etrafta herkes Türkçe konuşuyor ve ben bu insanlarla kaynaşsam mı yoksa onlardan uzak mı dursam kestiremiyorum. 'Onlar' benim ağzımdan çıkan bir laf duymadıkları için ilk birkaç gün acaba anladığımı anlıyorlar mı gibi bir kararsızlık yaşadım. Merhaba desem mi demesem mi? Gülümsesem mi, çaktırmasam mı? Çünkü bir yandan aynı dili konuşuyoruz, bir yandan da anlaşmamız çok kolay görünmüyor.
Sonra baktım, esnaf burada da aynı esnaf, ve ben yine olmuşum señorita! Şimdilik yalan da olmayan bu Endülüs kimliğime sığınmayı seçiyorum, bakalım sonraki günler ne gösterir...

10 Ekim 2009 Cumartesi

Würgeengel

Dün ilk Kreuzberg gecemi idrak ettim (gündüzleyin haliyle bambaşka bi yerdi). Bir arkadaşın doğum günü için gittiğimiz yerin adı 62 yapımı bi Buñuel filminden geliyormuş (El Ángel Exterminador).
Bu komik bir tesadüf oldu; aslında birkaç tesadüf.
Dün bir arkadaşın bu bloga ismini veren filmden övgüyle söz ettiğini görünce ona Berlin'den selam çakayım istedim. O da yine filmden hareketle, "gökyüzünün altındaysan dikkat et her an kulaklarına melekler fısıldayabilir," demiş.
Güldüm, sonra bir an düşündüm. İşin garip tarafı burada yeniden Yeni Hayat'ı okuyorum ve tabii ki Melek hep aklımda. Gerçi "mahvedici" filan olmasını istemiyorum ama işte barda da karşıma çıktı!
Evet evet, bu şehrin hakikaten angélique bi tarafı var!

8 Ekim 2009 Perşembe

Nikolassee

Haftanın en azından iki üç günü gitmem gereken ve ofisimin de olduğu enstitü şehrin epey güneyinde, Nikolassee diye bir yerde. Topu topu evime on beş yirmi dakika uzaklıkta olsa da aslında şehrin oldukça dışında ve ormanın ortasında kalan bir yer.
İlk gittiğim gün kendimi çok dışarıda, bambaşka bir yerde gibi hissettim. Biraz da hayıflandım bu kadar banliyö bir lokasyonda olduğu için. Ama bu akşam üzeri altı gibi trene doğru yürürken, oldukça yağmurlu bir günün ardından açan güneşin altında parlayan kızıllaşmış yapraklar, insanın dört bir yanını saran ormanın kokusu ve o adalara mahsus sessizliğin ortasında acayip huzurlu hissettim.
Sonra sabah elma aldığım istasyondaki manav amca beni tanıyıp da iyi akşamlar deyince iyiden iyiye mutlu oldum. Galiba burada güzel güzel çalışıcam ben! :)
[Resimdeki bizim enstitünün villası.]

7 Ekim 2009 Çarşamba

Karşı pencere


Bu tabir büyük ihtimalle herkesin aklına meşhur Hitchcock filmini getirir. Hani şu kırık bacağı yüzünden tekerlekli iskemleye mahkûm, kafasını komşularını izlemekle bozmuş adamın hikâyesi.
O kadar obsesif bir durumda olduğum düşünülmesin (zaten çalışma masam ve dolayısıyla sandalyem sırtını cama veriyor bi kere) ama bu yeni odamda benzer bir duyguya kapıldım.
Karşıdaki apartmanla benimki arasından çok dar olmayan bir sokak geçiyor ama sonuç itibariyle oldukça yakınız. Ama esas mesele yakınlık değil, insanların bizim alışkın olduğumuz kadar perde düşkünü olmayışı. Benimki dahil gözümün gördüğü birçok oda gecenin geç saatlerine kadar, hatta belki uyku vaktine değin izlenmeye müsait bir biçimde perdesiz ve aydınlık oluyor.
Dün gece dirseklerimi camın kenarına koyup keyifli keyifli sigaramı ve şarabımı içerken baktım: Karşımdaki evlerden birinde iki kız dışarı çıkmaya hazırlanırken dans edip gülüşüyordu; bilgisayar başında bir çocuk aniden gömleğini çıkarıp üstü çıplak kaldı ve bir yandan parfüm sürünürken bir yandan gardrobundan başka bir gömlek çıkarıp giyinmeye koyuldu; alt kattaki kızın kırmızımsı odasının açık camından yüksek volümlü bir müzik yükseliyordu ve o da benim gibi sigara içiyordu...
Komşularımı sevdim!

6 Ekim 2009 Salı

Überpünktlich



Almanya'da doğmuş büyümüş bir arkadaşla zamanında dakiklik üzerine konuşmuştuk. Demişti ki Almanya'da bir dakik (pünktlich) insanlar vardır, bunlar her zaman her yere zamanında giderler; bir de randevularından on beş dakika önce hazır bulunanlar vardır ki bunlara überpünktlich deriz.
Şimdilik hissiyatım ikincinin epey geçerli olduğu. Ekim'deki yolculuğun biletinin Temmuz'dan alınması, banka hesabının iki ay önceden açılıp maaş işlerinin ayarlanması, ofisimin kapıdaki isme kadar hazır edilip anahtarların ilk anda elime tutuşturulması, vs. vs.
Bu insanlar gerçekten de her şeyi önceden rayına oturtmayı, karşı tarafı bekletmemeyi iyi biliyorlar galiba... Yanlış anlaşılmasın hiçbir şikayetim yok, sadece inanamıyorum, too good to be true!

5 Ekim 2009 Pazartesi

Neresi sıla, neresi memleket?


Evvelsi akşam çocukluğunun geçtiği, okula gittiği, yaşadığı, uzun müddet kaldığı farklı farklı yerlerden bahseden bir arkadaş, geçen hafta biraz homesick olduğunu söyledi. Ben de tam olarak neyi ya da nereyi kastettiğini anlamadığım için "senin home neresi ki?", dedim.
Kadın bu soruyu acayip zor buldu, işte mesele bu filan dedi. Neticede bir cevap verdi ama çok kolay ya da doğrudan olmadı.
Masadaki diğer insanlar da benzer tereddütler yaşadılar. Aslında şurası olmalı ama ben oraya hiç homesick olmam, genellikle şuraya olurum, işin garibi orada da sadece birkaç yıl kaldım filan diyenler çıktı.
Benim için mesele o kadar basit ki! Çook kısa bir müddet dışında bütün hayatımı aynı şehirde, hatta çoğunlukla şehrin aynı yakasında geçirmişim. A.'nin dalga geçtiği kadar var, köylüyüm resmen ben ya! :)

4 Ekim 2009 Pazar

I am an adult?


Dün benimle beraber on ayını aynı iş vesilesiyle bu şehirde geçirecek grubun bir kısmıyla tanıştım. Fena tipler değiller sanırım. İlk anda kesin bir şey söylemek zor. Şimdilik tek hissiyatım aralarında Arapça bilmeyen tek kişi olmanın görece dışlanmışlığı...
Ama esas mesele ev paylaşıp paylaşmadıklarını sorunca ortaya çıktı. Hepsi yalnız yaşıyormuş. Anlaşılabilir bir durum. Benim açımdan daha vahim olanı, kadınlardan birinin kimseyle ev paylaşacak halim yok, "I am an adult," demesi.
Çok kafa yormamıştım ama düşündüm: Nasıl yani şimdi ben yeterince yetişkin değil miyim acaba? Ufak bir hesap yaptım ve toplamda ancak iki yıl kadar yalnız yaşadığım sonucuna vardım. Onun dışında ya aile, ya arkadaş, ya sevgili.
Bilemedim...

3 Ekim 2009 Cumartesi

İlk gece


İlk geceler zordur. Hep zordur. Yeni bir şehirde ilk gece, yeni bir evde ilk gece, yeni bir odada ilk gece, iki kişilik bir yatağı yeni biriyle paylaştığınız ilk gece, yapayalnız kalınan ilk gece...
Burada da çok farklı olmadı. Odaya alışmak, etrafımdaki boşluğu kanıksamak, ayağıma dolaşmasına alıştığım kediciğin yokluğu, yastığın yorganın yabancı kokusu (öyle ki parfüm mü sıksam diye düşündüm), beni komik patikler giymeye zorlayan -- kahretsin Ekim olmasına rağmen -- Berlin soğuğu.
Böyle hafif diken üstünde hissederken yatağa uzandım ve gülümsedim. Zira kafamı hafif geriye atınca gördüğüm karanlık gökte bir yıldız usul usul parlıyordu. Uykuyu erteleyip biraz seyrettim -- hatta başucu-ayak düzenini değiştirmeyi dahi düşündüm. Dalmışım.
Bakalım, daha bu oda bu şehir çok değişir, hayat... Ama bloga adını veren ilk gece oldu. O kesin.