30 Haziran 2010 Çarşamba

die Erdbeeren

Mevsimine göre sebze meyve yemenin Berlin'de - belki de Almanya'da - ciddi bir trend olduğunu daha önce kuşkonmaz vesilesiyle yazmıştım. Son bir ayın çılgınlığı da çilek.
Bütün vitrinlerde çilekli tartlar, pastalar; dondurmacılarda kocaman"erdbeeren!" ilanları; büyük küçük herkesin elinde bir karton dolusu çilek; herkesin dilinde "aman da en güzel meyve bu" lakırdıları..
Hiçbir zaman büyük bir çileksever olmadım ama böylesi bir mania ortamında insan kendini kaptırmadan edemiyor. Dolayısıyla ben de bir heves çileklerimi alıp serin bir gölgelik de keyif yapmaya yeltendim. Ama değişen bir şey yok: ben katıksız bi kirazcıyım. Bi de canım acayip erik çekiyo.. :(

29 Haziran 2010 Salı

Ben bu yaz bronzlaşmak..

Güney sahillerinde herkesin dikkatini çekmiştir, Türkiye'ye sıklıkla gelen Alman turistler ne kadar beyaz tenli olduklarına bakmadan güneşin altına sere serpe yatarlar.
Artık gerçek anlamda "yaz gibi yaz" olan şu günlerde insanların Berlin'in olur olmaz her köşesinde aniden soyunuverip güneşlendiklerini görüyorum ve itiraf etmeliyim ki zamanında pek kınadığım bu keyfi paylaşmadan edemiyorum - Berlin güneşi de pek nefis, insanı cayır cayır yakmıyor hiç.
Bunca kar, kış, buluttan sonra, evet ben de her Berlinli gibi mütemadiyen a place under the sun peşindeyim - ne diyorum ben, neredeyse emperyal hayalleri meşru bulucam.. :)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Tiergarten

Turistik denilebilecek ya da çok göz önünde olan şeyleri ya da yerleri nadiren yazıyorum aslında. Ama şehrin bu kadar göbeğinde ve özellikle bu mevsimde gerçekten güzel olan dev bahçemize değinmeden olmaz dedim.
Tiergarten, Central Park'tan biraz küçük, Jardin du Luxembourg'dan epey büyük. Aslında hiçbir mahallede yeşillik eksikliği çekilmese de, uzaklara gitmeden orman havası almak isteyen Berlinliler için kentin ortasında bir vaha.
Çimenlere uzanmak, bisiklete binmek, küçük gölde kürek çekmek, gölge altındaki sevimli biergartenda buz gibi bir bira içmek, yani yaza dair tüm keyifler için şahane bir yer..

27 Haziran 2010 Pazar

48 Stunden Neukölln

Havalar güzelleştiği ve bisikletimle ben çok mutlu bir ikili olduğumuz için şehrin şimdiye kadar nadiren gittiğim köşelerini de Berlin atlasıma ekliyorum yavaş yavaş. Mevsimsel değişimlerin yadsınamaz etkisiyle gözüme pek hoş görünmeye başlayan yerlerden birisi de Neukölln.
Burası daha birkaç yıl öncesine kadar göçmenlerin, özellikle de epey fakir Türk ve Arapların oturduğu, izbe, bakımsız, çete savaşlarına sahne olan, tekinsiz bir yerken, bütçesi sınırlı artsi tayfa ucuz kiralardan faydalanmak için buraya akınca işler bir anda değişmiş..
Haftasonu icabet ettiğim sokak festivali/bienal karışımı aktivite esnasında daha da iyi anladım ki mahalleyi sanatçılar alenen basmış: her yer galeri, stüdyo, küçük designer butikleri ve birbirinden ilginç kafe-barla dolu. Kreuzberg kadar coşkun değil, Prenzlauerberg kadar tiki değil, Schöneberg kadar uslu değil. Yaşanılası yer..

26 Haziran 2010 Cumartesi

Şehrin nabzı..

Berlin durmayan bir şehir. Konserler, açılışlar, festivaller, bienaller, partiler, gösteriler bitmiyor. Her ne kadar sağda solda gördüğüm afişlerden, kitapçıklardan bir fikir edinmeye çalışsam, her ne kadar bu işleri sıkı takip ettiğini düşündüğüm arkadaşlardan tüyo istesem de yetişemediğimi hissediyorum.
Dolayısıyla, hemşehrilerimin derdine derman olsun, yani şehirde olan biteni yakalayabilelim diye kimileri profesyonelce dirsek çürütüyor.
Baştan sona sadece sayfalarını çevirmek bile saatler sürüyor ve aslında gidemeyeceğimi bildiğim bir sürü aktiviteyi görmek sinirimi bozuyor ama yine de ara ara şehrin nabzını tutan iki dergiden biri olan zitty'yi karıştırmayı seviyorum. Belki sadece bunca şeyin ortasında yaşıyor olmanın hoşluğundan - gitmesek de görmesek de bu şehir..

25 Haziran 2010 Cuma

Berliner Kindheit um Neunzehnhundert

Bu yılı Berlin'de geçireceğim çoktandır belliyken, ama yine de henüz gelmeme hayli zaman varken, büyük ölçüde tesadüf eseri Benjamin'in çocukluk anılarına denk gelmiştim. Hasbelkader çocukluk üzerine yazdığıma, üstelik de Berlin yolcusu olduğuma göre muhakkak kitabı okumalıydım..
Gariptir, bir yıldan uzun süreye yayılan tüm denemelerimde başarısız oldum. Ya araya başka işler başka okumalar girdi, ya anlatının dalga boyuna uyum sağlayamadım, ya da basitçe zamanı değildi.
Geçen hafta bir kez daha kitabı elime aldığımda, ne kadar çabuk ve zevkle okuduğumu fark ettim. Ve anladım ki esas mesele araziyi tanımakmış. Benjamin'in söz ettiği sokakları, parkları, meydanları, şehirde dokuzuncu ayım biterken, artık kolayca gözümün önüne getirebilmenin keyfi ve hazzıyla bir çırpıda okudum bitti..

24 Haziran 2010 Perşembe

American Spirit

Burada geçirdiğim aylar boyunca hiç durmadan seyahat ettiğim için neredeyse sadece duty free'den aldığım sigaraları içtim. Bazen gecenin bir vakti Kreuzberg'de paketin dibini gördüğüm ve mecburen spätkauf'a yollandığım da oldu tabii, ama nadirattandır..
Haziran'dan itibaren kıpırdamamaya karar verdiğim için tütün kaynaklarım tükendi ve paketle sigara alma vakti geldi çattı. Bu da meşakkatli iş, zirâ üç yıldan beri hâlâ normal bir içici gibi marka bağımlılığı geliştiremediğimden her pakette kararsızlık yaşıyorum. "Az zararlı" olduğu iddia edilen hatta bio denilen American Spirit fena bir tercih değil gibi, yine de kesin bir vaatte bulunamıyorum..

23 Haziran 2010 Çarşamba

Beyaz Geceler

Aylarca aylarca karanlıkta uyanıp, neredeyse altı yedi saatte tükenen günler yaşadıktan sonra şehrin şimdiki aydınlığı tek kelimeyle mucizevi geliyor. Sabah dörtten gece on buçuğa kadar alenen gündüz!
Tabii insanın zamana dair dengesi enikonu şaşıyor. Çalışmayı ne zaman bırakmak gerek, akşam yemeği vakti geldi mi, gerçekten sabah oldu mu, yatakta kalmalı mı?..
Zamanında kardeşle Rusya'ya gittiğimizde beyaz gecelere denk gelicez diye pek heyecan yapmıştık. Epey de bi deneyimdi hani. Şansa bakın ki bu güzelliği bir kez daha, bu sefer Berlin'de yaşıyorum. Hem de çok yakında en sevdiğim tek kardeşim de bana eşlik ediyor olucak. La chance! :)

20 Haziran 2010 Pazar

Radler / Alster

Almanya gibi bira erbabı memlekette bu nasıl olmuş bilmiyorum ama Bavaryalıların Radler kuzeylilerin Alster dedikleri bir "bira kokteyli" varmış. Ben de kendisiyle bu haftasonu tanıştım.
Bildiğiniz biranın içine ortalama üçte bir oranında Sprite (ya da benzeri bir gazoz) koyuyorlar - ve hatta buzlu bile içiliyor. Kulağa çok hoş gelmediğinin farkındayım, hele de tatlı içki sevmeyenlere. Ama özellikle yazın, sıcak öğleden sonralarında susuzluğu gidermek için birebir olduğunu söylüyorlar.
Önyargıları bir kenara bırakıp denemeye değer, ben sevdim..

19 Haziran 2010 Cumartesi

Daniel Libeskind

Açıkçası bu entry'yi bu ismi unutmamak için yazdım. Zira şimdiye dek Jüdisches Museum'a üç dört kere gitmeme ve müzenin mimarisinin - ve aslında genel olarak içeriğinin - arkaplanındaki kavramsal çerçeveye gerçekten hayran olmama rağmen bir türlü mimarın adını aklımda tutamıyordum.
Gerçi Libeskind benim hafızamın zaaflarından etkilenmeyecek kadar meşhurmuş - wikipedia'dan az biraz bilgi: Polonya doğumlu, Amerika'da yaşıyor, dünyanın dört bir yanında çok sayıda müze tasarlamış.. Üstelik Dünya Ticaret Merkezi'nden geriye kalan boşluğu (Ground Zero) dolduracak yeni projesi düşünülürse kolay kolay unutulacak bir isim değil..

18 Haziran 2010 Cuma

Freiluftkino

Bizim kuşaktan bir sürü insan gibi çok nadir olarak keyfini çıkarabilmiş olsam da açıkhava sineması çocukluğumu hatırlatıyor. Gazoz, çekirdek, normale nazaran gürültücü bir izleyici kitlesi, ara ara ürpermek, kimler var kimler yok diye sağı solu kolaçan etmek..
Yıllar yıllar sonra - aynı bisiklete binmek gibi - yazlık sinema özlemimi de Berlin sayesinde giderdim. Koskoca bir parkın ortasında, milyonlarca parlak yıldızla kaplı göğün altında, kırmızı şarap ve peynir eşliğinde Crazy Heart'ı izleyip bir kere daha Jeff Bridges'a meftun olurken düşünmeden edemedim: bir yaz gecesi basitçe mutlu olmak için başka ne lazım ki insana?..

17 Haziran 2010 Perşembe

Wandertag

Alman akademik hayatının ilginç birtakım kuralları var. Herkes son derece planlı, ciddi, profesyonel, vs. ama bir yandan bir sürü i eğlence ortamında halletmeyi seviyorlar.
Mesela bizim enstitünün geleneksel yeniyıl partisinin aslında danışma kurulu için performans değerlendirmesi sonuçlarının paylaşıldığı/ tartışıldığı bir vesile olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. İş-oynaş sınırında başka bir aktivitemiz de yıllık geleneksel GeziGünüydü. Bu vesileyle sabahtan bisikletlere bindik, 2 saat kadar ormanda ve göl kıyısında yol yaptık, yüzme ve piknik molası verdik, sonra yine bisikletlere atlayıp bir biergarten'da güneşlenip keyif yaptık.. Süper plandı, hele de güzel havadan faydalanmak, insanlarla kaynaşmak, ofisten uzak bir gün geçirmek açısından. Ama tüm organizasyonun aslında zaman bulunamayan işlerin konuşulmasına yönelik olması ve gelemeyenlerin kınanması durumu cidden kafa karıştırıcı. Ne kadar çalıştık ne kadar dinlendik soru işareti..

16 Haziran 2010 Çarşamba

Yaş Haddi?

Bu meseleyi ilk fark ettiğimde sanırım BilderBuch'taydım. Buranın ne kadar cool bir yer olduğunu ama müşteri kitlesi açısından genç yaşlı kimseyi dışlamadığını düşünmüştüm.
Sonra bu hissiyat birçok başka vesileyle yinelendi. Gitmekten çok keyif aldığım bir barda, şehrin belki de en büyük pistli kocaman dans salonunda, alternatif tiyatro gösterilerinde, 1 Mayıs'ta, bisiklet tepelerinde, hep hep hep, her yerde gayet yaşını almış insanlar görmek mümkün.
Yani, şehrin neredeyse hiçbir yerinde yaş haddi yok; bu açıdan bir "demokratik katılım" abidesi.. İşte uzun vadede Berlin'de vakit geçirmek için bir sebep daha!

15 Haziran 2010 Salı

Pétanque (Boules)

Avrupa'nın bir sürü şehrinde parklarda ya da benzeri düz satıhlarda genellikle yaşlı amcaların bu oyuna kendilerini kaptırdığını gördüğüm çok olmuştu. Ama ne kuralları kavrayabilmiştim ne de oynayacak fırsat çıkmıştı. Kısmet Berlin'eymiş..
Cuma akşamı, Fransızca boules demeleri gerekirken dilleri dönmediğinden pool diyen Alman arkadaşlarımla bilardo oynamaya gittiğimi zannederken birden kendimi Paul Lincke Ufer kıyısındaki parklardan birinde metalik toplar fırlatırken buldum.
Kabul etmeliyim ki acemi şansı yaver gitti. Yine de on oyundan sadece üçünü kazanabildiğim için ancak ikinci oldum. Ama güzel yaz akşamlarında antrenmanlara devam edersem tutmasınlar beni! :)

14 Haziran 2010 Pazartesi

cie. toula limnaios

Paris'te dönüşümlü olarak iki süper dansçıyla beraber yaşadığım için sahnelerin nabzını tutmak görece kolay oluyordu. Sayelerinde bir sürü güzel performans izliyordum.
Berlin'de bir kılavuzum olmadığı, kendim de şimdiye dek ciddi bir arayışa girmediğim için Toula Limnaios'un gerçekten olağanüstü çalışması à contre corps'u izlemem tamamen güzel tesadüfler eseri..
Hepimizinki beden, ama kimileri nasıl da her bir uzuvlarına böylesine hükmedebiliyor inanamıyor insan. Sanki yapabilirmişim gibi, birkaç gündür yine kendimi yerçekimsizlik duygusu veren yavaş bir tempoyla boşluğa bırakasım geliyor. Dikkatli olmak lazım..

13 Haziran 2010 Pazar

Biergarten

Bu zaman gelene dek, tarafını etrafını yabani ot bürümüş, terk edilmiş kır gazinosu görünümünde mekânların, ampulleri çalışmayan paslı tabelalarında karşıma çıkıyordu bu isim. Nedense ilk anda aile çay bahçesi denen garip müesseseyi çağrıştırdığından modası geçmiş bir şey olduğunu zannediyordum. Meğerse güneşli havanın vazgeçilmezlerindenmiş.
Genellikle güzel yeşilliklerin ortasında ya da kanal kıyısında olan bu bahçeler "gündüz birası" tabir ettiğim pek nadide keyif unsurunun tadına varmak için gerçekten de birebir..

12 Haziran 2010 Cumartesi

Weltmeisterschaft

Bu hafta sokaklarda yürürken arabaların tepesinde, pencerelerde, balkonlarda irili ufaklı bayraklarla burun buruna gelince önce bir afalladım. Acaba ben yokken memlekette bir şey mi oldu, milli bir hadise mi cereyan etti diye meraklandım. Tabii ki mesele dünya kupasıymış, herkes milli gururu yüceltmek için bu vesileyi bekliyormuş.
Futbol anladığım şeylerden biri olmadığı için pek ilgilendiğim söylenemez, ama elbette heyecanlı birkaç maçta kalabalıklarla galeyana gelmek eğlenceli olacak diye umuyorum. Bir de tabii tâ İtalya 90'dan beri dünya kupasının kalbimizdeki yeri başka..
Yalnız işin ilginç tarafı bir sürü insan Türkiye'nin katılamamış olmasına pek hayıflanıyor. Söylediklerine göre Berlin'deki taraftarlar kupa heyecanına renk katıyormuş (!)

11 Haziran 2010 Cuma

Ne var ne YOK? - 4 (Mısır)

İstanbul'a yazın geldiğini insan biraz da mısırcılardan anlar. Vaktinden evvel ortalarda buzhane malları satanlar hariç, taze süüt mısırın bollaşmasıyla havaların ısınması arasında ciddi bir paralellik vardır.
O yüzden Berlin sıcaklarının tadını çıkarmak için bana mısırcı lazım. Ne yazık ki şimdiye kadarki arayışlarım nafile çabalardan öteye gidemedi. Kreuzberg pazarında güya satıyorlar ama o da kavanozdan çıkarıp salataya konulan tatlı mısırın koçanın üstündeki hali gibi, haddinden şekerli bir şey.
Velhasıl geçen haftasonu Kuzguncuk'ta yediğim mısırın tadı damağımda, bir müddet daha sabretmem lazım herhalde..

10 Haziran 2010 Perşembe

summer in the city

İnsanın inanası gelmiyor ama şehre yaz geldi. Daha doğrusu "gelmiş". Ben tropik İstanbul yağmurlarından bunalır ve şehrin esmerleri sel altında boğulurken, Berlin ahalisi keyifli keyifli plajlara akıp göllerde yüzmeye başlamış bile.
Bir hafta ayrılık insanı ne kadar uzaklaştırır bilemiyorum ama sanki iki gündür sokaklarında dolaştığım şehir Berlin değil de ada vapuru! Herkesin ayağında şıpıdık terlikler (hatta kimisi yalınayak) , saçlar karman çorman ve ıslak, kıyafetler varla yok arasında, yüzler gülüyor, gençler sesli sesli şakalaşıyor..
Akdenizlilerin idrak etmesi kolay olmasa gerek ama galiba Kuzey'de yaz her şeyi değiştiriyor..

9 Haziran 2010 Çarşamba

Zupfkuchen

Çocukluğumuzun vazgeçilmezlerinden biri, okul çıkışı pek eli yüzü düzgün denilemeyecek mahalle pastanelerinden alınan Alman pastalarıydı - tatlı yelpazesindeki onca şey arasında belki de milliyetiyle anılan tek örnek.. Bu ortası kremalı üstü pudra şekerli pastanın bir benzerine buralarda rastlamadım. En yakın akrabası sanırım Berliner denilen bir çeşit kurabiyemsi..
Bütün bu girizgâh bir yana, Almanya'da gayet takdir edilesi bir pasta kültürü olduğunu günbegün daha iyi anlıyorum. Son son tattığım Zupfkuchen en beğendiklerimden. Basitçe tarif etmek gerekirse, çikolatalı pastayı ikiye ayırıp ortasına cheese cake koymuşlar. Büyük bir buluş gibi gelmiyor kulağa, farkındayım. Ama düşünün bir kere, alenen yabancısı olduğunuz bir şeyin aşinalık hissi vermesi olağanüstü değil mi?..