28 Aralık 2009 Pazartesi

Bugün benim doğumgünüm...

Her sene aynı şey oluyor. Muhtemelen yıl sonunda doğmuş olmanın lâneti. Garip bir hesap, kitap, muhasebat işine girişiyorum. Geçen yıl ne oldu, bu nasıl bir yıldı, neredeydim, nereye geldim, falan filan... Belki bu sene birçok seneden daha şaşırtıcı bir bilançoyla karşı karşıyayım. Bilen biliyor.
Evet, birtakım adımlar atıyoruz, bizi bir yerlere götüreceklerini zannediyoruz ama bir bakmışız bambaşka bir yerdeyiz. İyi ya da kötü manasında değil, sadece niyetlere bakarak sonuçların kestirilemezliğinden söz etmeye çalışıyorum. O yüzden önümüzdeki sene nasıl geçecek konusunda en ufak bir akıl yürütmeye niyetim yok. Belli olmaz, hayat. En iyi cevap bu.
Fakat çok çok az da olsa bazı şeyler değişmiyor, buna inanmak lazım. Geçen seneki gibi bu sene de kendime ayakkabı hediye ettim. Uzun vadeli planlara "geçici bir süre için kapalı"yım ama seneye de bunu yapacağıma çok rahat ant içebilirim! :)

26 Aralık 2009 Cumartesi

Sizi bir yerden gözüm ısırıyor?...

Her zaman başıma gelir. Hayatımda görmediğim insanlar yolumu çevirip, benimle muhakkak bir yerlerde tanıştıklarını, o değilse Ayşe'nin, Seda'nın, Burcu'nun kardeşi olduğumu iddia ederler. Hiç alakam olmadığına karşı tarafı ikna etmek bazen epey zaman alır.
Son bir iki haftadır ben de Berlin sokaklarında bu acayip hissiyatla yürüyorum. Bir sürü insan mütemadiyen tanıdık geliyor. Bir arkadaşım Berlin ufak yer, zamanla herkes aşinalaşır dedi. Öyle fazlasıyla sokaklarda olmadığım ve çok fazla insanla tanışmadığım düşünülürse ne kadar haklı pek emin değilim. O yüzden de bir miktar huzursuzluk duymaya başladım. İnsanların yüzüne yeterince dikkatle bakmıyor muyum, bir insanı diğerinden ayıracak şeylere önem atfetmiyor muyum, ya da bu şehirde herkes birbirine mi benziyor?
Ama biliyorum, hepsi Orhan'ın suçu. Nakkaşlar arasında dolaşa dolaşa yeknesak yüz ifadeli minyatürler âleminde yaşar oldum belki...

24 Aralık 2009 Perşembe

Blow up

Sonunda Berlin'in Cinémathèque'i sayılabilecek kino Arsenal'e gittim ve meşhur Antonioni filmini izledim (dolayısıyla iki kere "sonunda"). Haliyle çok beğendim (yine, ikisini de :).
Filmin belgeselvari zenginliği inanılmazdı. 60'lar İngilteresinin sınıfsal ayrımları, döneme hâkim müzik ve endüstrisi, moda, güzellik, anoreksik kadınlar, sokaklardaki yarı punk yarı artsi takılan gençler, dumanlı sosyete partileri, hepsi hepsi hepsi müthişti.
Özellikle müziğe kaptırıp sallanıp duran Vanessa Redgrave'e fotoğrafçının, "dance against the rhythm" dediği yere ve kadının triplerine bayıldım. Gerçi sonrasında gittiğim meşhur Ost Berlin kulübünde ne kadar denediysem de başarılı olamadım, o ayrı. :)

23 Aralık 2009 Çarşamba

Arife

İnsanlar günlerdir Weihnacht hazırlığı yapıyor ama bugün ortalık iyice delirmiş durumda. Hem herkes çılgın gibi hediye telaşında hem de dükkanların Pazartesine kadar açılması yassak olduğundan marketlerdeki kitle kıtlık beklentisi varmış gibi alışveriş yapıyor.
Önümdeki 20 kişilik kuyruktaki insanlara, sadece bir demetcik dereotu almak için beklediğim yaklaşık 20 dk. boyunca kızıp durdum. Eminim evleri yemek doludur ve hiç de öyle önümüzdeki üç günde aç kalma ihtimalleri yoktur. Ama insanlar böyle işte, bir şeyin nadirattan olması hemen onu kıymete bindiriyor.
Anne sözü dinlemek lazım, "Arife günü alışverişe çıkılmaaaz!"

Mango

Daha önce de söylemiştim, dünyanın dört bir tarafından gelmiş ve hayatlarını kezâ dünyanın dört bir yanında geçirmiş insanlarla vakit geçirdikçe kendimi köylü hissettiğim olmuyor değil.
Bu anlardan biri Hintli arkadaşım sevdiği mango cinsini anlatırken cereyan ettim. Mangonun envai çeşidi üzerine bir söylev dinler buldum kendimi ve acaba söylesem mi söylemesem mi diye kurmaya başladım. Neticede ağzımdan çıkıverdi: "ben daha önce hiç mango yemedim!"
Etraftakilerin tepkilerini ne kadar iyi ölçebildim bilmiyorum ama hem mazur hem hâkir gören hafif bir gülümseme belirdi sanki yüzlerde. Hemen harekete geçemedim ama "madunluğun hatırası" sürünce bugün siftahı yaptım!
Şüphesiz şahane bir şeymiş. Niye benim için üzüldüklerini şimdi daha iyi anladım ve hak verdim :)

22 Aralık 2009 Salı

Öz-Gıda

Bir İstanbul bağlantım olduğunu ve Schöneberg'de yaşadığımı öğrenen herkes hemen Öz-Gıda'dan mı alışveriş ediyorum diye soruyor. Zira Berlin'in en büyük "Türk marketi" evime 5 dk. uzaklıkta ve nedense insanlarda iyi et ve sebzenin onlarda olduğuna dair bir inanç var.
Ne var ne yok diye bakmaya gittim elbette ama Tadım kuruyemiş, Ülker bisküvi, Pınar peynir filan öyle pek de özlediğim şeyler değil. Et almaya hiç niyetlendim, ama sebze konusunda da şüpheliyim açıkçası, orada da çapı neredeyse 20 cm. olan dev pırasalardan vardı ve korkarak uzaklaştım...
Yine de nankörlüğün alemi yok tabii, insanın özleme ihtimali olan şeyleri kolayca bulması güzel. Hem sattıkları Piyale irmik sayesinde pek güzel bir helva kavurdum!

21 Aralık 2009 Pazartesi

Şeb-i Yelda

Bu hikâyeyi anlatmadığım pek az insan kalmıştır zannederim ama yine de her sene aynı şeyi hatırlamadan edemiyorum. İlkokulun ilk senesinde ayları, mevsimleri filan işlerken 21 Aralık'ın en uzun gece olduğunu öğrenmiştik. Günü geldiğinde de öğretmen tekrar hatırlatmıştı.
Artık neler neler düşündüysem, o gece kötü kötü rüyalar görmüş, durmadan uyanmış, en sonunda da bu gece hiç bitmeyecek paniğiyle annemin yanına gitmiştim.
Annem tabii son derece rasyonel ve cevabına net bir insan olduğu için gayet güzel anlatmıştı, kızım dünden sadece 2dk. uzun, işte bunlar böyle yavaş yavaş uzar kısalır diye. Bir de müjde vermişti: yarından itibaren günler uzamaya başlıyor!
O gün bugün artık 21 Aralık'ta seviniyorum. Kış uzaklaşıyor, bahar yaklaşıyor! :)

20 Aralık 2009 Pazar

Kaffee und Kuchen

Almanya'da haftasonu klasiklerinden biri saat dört civarında, dışarıda ya da evde, kahve ve kek/pasta (kuchen hem "yemek pişirmek" hem de kek/pasta demek) yemek üzere buluşmak. Geldiğimin hemen ertesi günü Georges'ların evinde ritüelin ilk provasını yapmıştım. Sonra Elke'lerle tekrar ettik. Bugün de dördüncü advent olması vesilesiyle yine bir davete icabet ettim.
Pratikte beş çayı dediğimiz şeyden bir farkı yok ama menüde sadece tatlı mamuller oluyor. Annemin tatlı tuzlu sayısını eşitleme, dolayısıyla damak tadını dengeleme çabası hiç uğramamış buraya; 3-4 çeşit turta, kurabiye, pasta vs.'den yemenizi bekliyor ev sahipleri.
Şüphesiz güzel bir gelenek ama bu kadar tereyağı ve şekerle bünye nasıl başa çıkar kestirmek zor...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Schneeflocke

Berlin herkesin bildiği üzere enikonu soğuk bir şehir. Ve insanların söylediğine göre bu sene Ocak'ta başlaması icap eden soğuklar Aralık'ta başlayıvermiş. Gerçekten de geçen hafta boyuna kar yağdı ve derece -10'lar civarında.
Dışarının ayazına inat evlerin yalıtımı ve ısınma sistemi kusursuz. Kaloriferlerimiz yirmi dört saat harıl harıl yanıyor ve hiç üşümüyoruz desem yeridir.
Bu zıtlığın ilginç neticelerinden birine bu sabah şahit oldum. Susanne bir heyecan ve panikle odama geldi, "Senin de pencerende kar çiçekleri var mı?" diye. İlk anda anlamadım, meğerse çift camın dışarıda kalanının iç kısmında oluşan buzlanmadan ve gayet net görünen altıgen kar tanelerinden söz ediyormuş.
Evet, bir müddet benim de penceremde her sabah çiçek açacak sanırım...

18 Aralık 2009 Cuma

Pergamon

Birçok insanın Berlin'e gelir gelmez yaptığı şeyi ancak iki ay sonra yapmayı becerdim, Pergamon Müzesi'ni gezdim. Üstelik de epey şanslıydım. İslam eserleri bölümünün müdürü Stefan bize özel bir tur yaptırdı. Gerçi saatlerce bir sürü ıncık cıncık detay dinlediğimiz için şans mı şanssızlık mı karar vermek zor.
İşin ilginç yanı bizim Türkiye'de yakınen bildiğimiz Pergamon ve Milet'in "çalınma" hikâyesinin diğer fellowlar için tamamen yeni bilgi olmasıydı. Dolayısıyla bu koca koca tapınakların ta oralardan buralara nasıl gelebildiğine bir türlü akıl sır erdiremediler. Ama Babylon'dan gelme İştar kapısını, El Hamra'dan gelme kuleyi, Şam'dan gelme konağı görünce insan nakliyat Almanların milli seciyesi olsa gerek diye düşünmeden edemiyor! :)

17 Aralık 2009 Perşembe

Karanlık

Genellikle sabahları 7'de kalkmaya çalışıyorum ama işim gitgide zorlaşıyor, çünkü ortalık acayip karanlık oluyor. Zaten biraz kuzeye gidince insan bunu hemen fark eder ya, yine de saat 8'i geçmiş olsa bile suni ışıkta çalışma mecburiyetinden hiç mi hiç hoşlanmıyorum.
Bir de hah işte biraz günışığı diye sevinirken saat 4 oluveriyor ve şehir tekrar karanlığa gömülüyor. Berlin öyle Londra gibi bulutlu, puslu, gri bir şehir değil. Neredeyse her gün az da olsa güneş ve mavi gökyüzü görmek mümkün, ama işte ufacık bir yüz görümlüğü kararında. Fazlasını koklatmıyor. N'apalım her mahbubun bir kusuru oluyor işte...

(Bu arada, geçen gün blog'da altında hiçbir yazı olmayan Karanlık başlığını görüp endişelenen arkadaşlardan da ayrıca özür dilerim. Yanlışlıkla yazı bitmeden yayımlayıvermişim...)

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kiez

Birçok şehirde böyle bir eğilim vardır elbette ama şimdilik gözlemlediğim ve dinlediğim kadarıyla tipik Berliner, mahallesine pek düşkün, yemekten spora, alışverişten dansa tüm aktivitelerini kendi çöplüğünde, yani Berlin dışında biraz argo kaçan tabirle kiezinde yapmayı seven biri.
Sanırım çoğu insan zaman içinde favori kafelerini, barlarını, yürüyüş güzergâhlarını, vs. belirliyor. Kiezin dışındaki aktivitelere icabeten "seyahat etmesi" gerekiyorsa da epey kayda değer bir vaat bulunması gerekiyor.
Günlerce tek bir toplu taşıma aracına binmeden Kadıköy-Moda-Caddebostan hattında ileri geri takılan benim gibi biri için son derece meşru ve anlaşılır bir tutum. Zaten Schöneberg'deki hayatım da böyle bir rutine doğru ilerliyor...

15 Aralık 2009 Salı

Issız mutfak

Geçen sene kendi kendime yemek pişirmeye üşendiğimde de bunu düşündüğüm olmuştu ama esas geçen ay New York'tayken hissettim ki artık herkes için akşam dışarıda yemek normal, evde yemek pişirmek olay. Yani, annelerimizin neslinin tersine restorana gitmek bizim için lalettayin bir faaliyetken, yemek hazırlamak ve eve misafir davet etmek epey bi şey...
Bu hafta çok şanslıydım Hintli arkadaşım Sonali'nin evinde acılı bir balık yemeği, Fulya'nın elinden de coconut chicken yedim. Bugün Irak usulü dolmayı reddetmek zorunda kaldım ama Cumartesi günü Suriyeli arkadaşın sürprizlerini tatmak nasip olucak.
Bakalım bizim mutfak ne zaman şenlenecek? :)

11 Aralık 2009 Cuma

Whatever Works

Woody Allen'ın yeni filmine gitmek nicedir aklımdaydı. Baktım Odeon'da oynuyor, Fulya'yla atladık gittik. Tabii ki gülmekten kırıldık ve Cuma gecesine şahane, pozitif bir enerjiyle giriş yaptık.
Son dönem diğer filmleri gibi bu da aşka, ilişkilere, kadınlara, erkeklere dair; ama göçmenlik, sınıf, din, akademya, vs. derken kafamızı kurcalayan bir sürü şeye küçük küçük ama sinek ısırığı gibi bzzzt diye tatlı tatlı irkilten dokundurmalar yapıyor.
Filmin genel şiarı nefis. İzlerken hep aklıma kardeşle çok sık söylediğimizi "olduğu kadar" lafını getirdi . Zaten kapanış cümlesi de olabilenle mutlu olmayı becermeye dair...

"That's why I can't say enough times, whatever love you can get and give, whatever happiness you can filch or provide, every temporary measure of grace, whatever works. "

10 Aralık 2009 Perşembe

Weihnachtsmarkt

Daha önce Krakow ve Üsküp'te de yeniyıldan önce açılan pazarları görmüştüm ama galiba bu müessese Almanya'da enikonu ihtişamlı oluyor. Şehrin neredeyse dört bir yanındaki platzlara kurulan pazarlarda çam ağacından cicilere, çeşit çeşit el sanatı erbabının hünerlerinden hediyelik ufak tefek eşyalara, yöresel yemeklerden curry wurst'e, heiße Schokolade'den glühwein'a ne ararsan var.
Herkesin elinde bir bardak kahve ya da şarapla, maaile gezdiği bu pazarların ortasında çoğunlukla ufakça bir lunapark da oluyor ki minikler eğlensin.
Velhasıl, soğuk Berlin kışında insanın içini ısıtan bir şey bu Weihnachtsmarkt. Hele hafiften atıştıran kar şöyle lapa lapa yağmaya bir başlasa, herhalde salına salına gezmeye doyum olmayacak...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Bergmannstraße

Berlin'de güzel sokak gırla elbette ama şehri gerçekten iyi bilen biri akıl fikir vermezse insan ikinci ligdeki yerleri şampiyon sanıverebilir. Bu aralar sağolsun Matthias sahneye çıktı da engin tecrübelerinin meyvelerini yemeğe mazhar olduk! :)
Ailecek gittiğimiz yoga seansının ardından enişte gayet sevinçle bizi Bergmannstraße'ye götürdü, çoktandır bildiği sevdiği mekânlar varmış bu sokakta. Gerçekten de her yer birbirinden sevimliydi ve nereye gideceğimize karar vermekte pek zorlandık.
Neyse ki önümüzde kocaman bir Aralık var, Thai diye başladık, daha çok yer deneriz!

8 Aralık 2009 Salı

Glühwein

E Almanya gibi soğuk memlekette bir vakitten sonra insanın içini ısıtacak şeylere ihtiyacı oluyor muhakkak. Noel zamanı kurulan pazarların (Weihnachtsmarkt, ki anlatma sırası gelecek) başrollerinden birinde de sıcak şarap var.
Bildiğiniz kırmızı şarabın içine tarçın, şeker, karanfil filan koyarak yapıyorlar. Yani öyle aman aman bir numarası yok. Yalnız ayaz sokaklarda yürürken elinizi de böğrünüzü de hafiften yakan bir şey olması fena olmuyor. O kesin.
Tabii bir de aklıma Seçilcimle evde yaptığımız Glühwein akşamları düşüyor, hasret basıyor...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Ampelmännchen

Trafik ışığı gibi genellikle evrensel bir standardı olan şeylere aykırı bir örnekle karşılaşınca insan garipser, sindiremez. Ama Berlin'de trafik ışıklarını görür görmez gülümsüyor insan, hemen kanı kaynıyor.
Bu küçük adam GDR zamanında özel olarak tasarlanmış ve önce Doğu Berlin'de sonra Doğu'nun genelinde sokakları süslemiş. Doğu ve Batı birleştikten sonra standardizasyon sağlamak için yerlerinden sökülmeye başladıklarında kimileri bu fikre şiddetle karşı çıkmış ve küçük adamı kurtarma örgütü bile kurulmuş! (“Committee to Save the Ampelmännchen”).
Neticede mücadeleden muzaffer çıkan ampelmännchen, şu an Berlin'in her yerinde muzip muzip ya yürüyor ya duruyor...

6 Aralık 2009 Pazar

Rosenkohl

Susanne'a soracak olsak herhalde en sevdiğim yemeğin brüksel lahanası (Almanca adı nedense gül/gonca lahanası manasına geliyor) olduğunu söyler - ki bu da değil bizzat kendime, herhangi birine asla yakıştıramayacağım bir evsaf. Fakat, hayat...
Hem çabuk ayıklandığı, hem şıp diye piştiği, biraz soğan ve soya sosuyla kavrulunca da hiç fena olmadığı için gerçekten çok sık rosenkohl yediğimi itiraf etmek zorundayım. (Kabak, havuç, mantar, patlıcan filan da arada yedek kulübesinden oyuna katılıyor.)
Çok yakında kolları sıvayıp mutfağa girmem, gerçek anlamda yemek pişirmekten de yemekten de anladığımı kanıtlamam şart oldu...

5 Aralık 2009 Cumartesi

Adventskalender

Kimileri gâvur âdetleri benimseniyor diye veryansın edip duruyor TR'de. Çam ağaçları, hediye alıp vermeler filan tukaka ediliyor. Ama görebildiğim kadarıyla korkacak bir şey yok, Alman standartlarında bir Noël hissiyatı için daha kırk fırın ekmek yemek lazım.
Farklı farklı Noël oyuncaklarına tek tek değinmek niyetindeyim ama
ilk iş bu takvimden söz etmeli. Çok eğlenceli.
24 Aralık'tan dört hafta önceki Pazar günü başlayan advent, teolojik olarak İsa'nın doğumunu ve geri dönüşünü bekleyişi simgeliyor. Din iman bir yana, bu bekleyişin çocuklara getirisi büyük. Dört haftalık geriye sayım için kutu kutu takvimler yapmışlar, kimisinden çikolata, kiminden şeker, kiminden oyuncak çıkıyor. Günün tarihine göre (diyelim bugün 5 Aralık) kutunuzu açıyorsunuz ve bahtınıza bir hediye çıkıveriyor. Tam dört hafta boyunca her gün!
Ben yetişkinlere uygun bir adventskalender bulamadım ama söylediklerine göre biralısı varmış!

4 Aralık 2009 Cuma

Paris Bar

Nedense işlerimi bir türlü bitiremediğim için kendi başıma aktivite üretmeyi beceremeyip bol bol çalışıyorum. Neyse ki Berlin'e ziyarete gelen arkadaşlar var da, bir sürü güzel şeyi sayelerinde yapabildim. O yüzden yolu Berlin'e düşen tüm dostlara buradan peşinen minnet şükran.
Paris Bar'a da Ani sayesinde gittik. İyi ki de gittik. İnsana içeri girer girmez ufak bir zaman/mekân karmaşası yaşatan, çalışanların Fransız konuştuğu, menüsünden ambiyansına her haliyle Französisch bir bistro/resto Paris Bar.
Belki biraz pahalıca ama en güzelinden soupe à l'oignon içmek ya da moules frites yemek ya da sadece bir nefes Paris koklamak için birebir...

3 Aralık 2009 Perşembe

Abendbrot

Ev arkadaşım Susanne pek ufacık, tam çıtı pıtı bir kadın. İştahsız filan olduğunu söyleyemem ama sabah akşam yediği tek şey ekmek üstüne tereyağ ve gouda peyniri, bazen de jambon vs. Yani neticede durmadan küçük sandviçlerle yaşıyor.
Ama öğrendim ki bu Susanne'a has bir alışkanlık değilmiş. Almancada "akşam yemeği"ni karşılamak için iki kelime var: biri Abendessen, ki kelimesi kelimesine akşam yemeği manasına geliyor; diğeri de Abendbrot, yani "akşam ekmeği" ya da belki daha yerel bir çeviriyle "akşam kahvaltısı".
Kardeş gibi kahvaltıseverler için fena bir çözüm değil!

2 Aralık 2009 Çarşamba

Tipping Tips!

Almanca dersimin faydalarından biri de öğretmenimiz Nadja'nın bizi yerel kural ve kaidelere dair çok şeker bilgilerle donatması. İlk derste herkes lokantada nasıl sipariş vereceğini filan öğrenmeye pek meraklı olduğu için epey bir saati tamamen garsonluk ve müşterilik meselelerine ayırdık.
İşte bu sayede öğrendiğim ilginç bir şey bahşiş vermeye dair. Berlin'de hesap isteyince garson hiç masadan uzaklaşmadan ya da hesabı kapalı bir kutuya filan koymadan yüzünüze karşı rakamla söyleyiveriyor. Aynı şekilde sizin de parayı uzatırken ne kadar bahşiş vereceğinizi peşinen söylemeniz icap ediyor. Mesela 9.40 mı dedi, parayı uzatırken 11 (elf) bitte diyorsunuz böylece para üstünü almadan bahşişi vermiş oluyorsunuz. Hiçbir şey demezseniz ve sonra masanın üstüne para bırakırsanız ayıp oluyormuş...
Good to know!

1 Aralık 2009 Salı

Salinger

Bu yazacaklarımın Berlin'le pek ilgisi olduğunu iddia edemiycem. Ama bu kadar zihnimi dolduran bir şeyi de yazmadan yapamazdım.
16 Kasım günü, iki yılın ardından ilk kez New York'ta yalnız başıma dolanmaya koyulduktan sonra, yaptığım şüphesiz en iyi şey Strands tezgâhında gördüğüm üç küçük Salinger kitabını almak oldu. Büyük bir hesap değildi benimkisi; üstelik eminim arasaydım bile şehrin dokusuna ve ruh halime daha uygun bir şey bulamazdım.
Paris iptilam Kundera'ydı, neredeyse altı ayı tek bir yazarı okuyarak geçirmiştim. Gerçi Salinger'ın o kadar aylar sürecek bir külliyatı yok ama dönüp dönüp yeni baştan okunmaya değer satırları var...

[Ucundan acık: "I'm sick of not having the courage to be an absolutely nobody. I'm sick of myself and everybody else that wants to make some kind of a splash."]