31 Mart 2010 Çarşamba

I want to ride my bicycle!

Kimbilir kaç zamandır artık yağmur çamur bitse de şu hiç sevmediğim U-Bahn karanlığından (yeraltından gidiyor da o bağlamda..) bir bisiklet alıp kurtulsam diye içimden geçiriyorum. Kendime koyduğum mühlet de sağdan soldan duyduğum "Berlin'e bahar Nisan'da gelir" lakırdısından kelli tam da bugünlerde doluyor. Yani ha bugün ha yarın bisikletime kavuşmayı ve kafamın içindeki Queen melodisiyle sokaklarda pedal çevirmeyi umuyorum.
Yalnız Avrupa'daki birçok şehir gibi burada da pek yaygın olan bisiklet hırsızları hafiften gözümü korkutuyor. Bir de tabii bisiklete uygun tebdil-i kıyafet meselesi var (halihazırdaki gardrobum bu konuda pek dostane değil). İki cepheden de alnımın akıyla çıkabilecek miyim bakalım? :)

30 Mart 2010 Salı

Eierlikör

Burada fark ettiğim şeylerden biri her tür dini bayramın dünya kadar özel yiyeceği içeceği olduğu. Farklı kurabiyeler, çikolata çeşitleri, alkollü içkiler, falan filan.. Sağolsun Susanne bu “sezonluk” ürünleri hiç atlamıyor da ben de tatlarına bakmış oluyorum.
Paskalya'nın da tabii en birincil yiyeceği yumurta. Her tarafta yumurta biçiminde çikolatalar, kurabiyeler, pastalar filan var. Çok istisnai bir durum değil, başka yerlerde de karşıma çıkmışlardı. Ama teorik olarak dört hafta mahrum kalınan yumurta, Almanya’da hafif bir saplantıya dönüşmüş olmalı: mübareğin likörünü dahi yapmışlar!
Kulağa garip geliyor biliyorum ama eninde sonunda yoğun bir vanilya rayihası olan, pek şekerli bir içki bu da işte. Mamimin süt likörüne asla değişmem o ayrı..

29 Mart 2010 Pazartesi

Kuş sesleri..

İstanbul'dan ayrılırken güzel bahar havasını geride bıraktığım için üzülüyordum. Dünyanın en iyimser insanı, canım Başakcım da beni teselli etti: "bak kuzucum İstanbul'a baharın gelişini gördün, şimdi Berlin'e de baharı getirirsin, iki bahar yaşamış olursun!" dedi. Tabii ki haklıymış..
Bu sabah bir uyandım ki kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, mutfakta cam açık oturuyoruz, sokaklarda çorapsız dolaşmak mümkün! (Bu sonuncusunu benden başka yapanı görmedim ama şahsım için olası olması yeterli :)
Şimdi sıra New York'ta, kelebekler Cumartesine kadar sabretsin, sonra uçuş serbest! :)

28 Mart 2010 Pazar

Huzur

İki haftalık sessizlikten anlaşıldığı üzere Berlin'den epey uzak kaldım. Bir yandan şehirde olmayınca yazmak mantıklı gelmiyor, öte yandan da garip bir gurbetçilik durumu yüzünden İstanbul günleri yetişemediğim bir koşturmaca içinde geçiyor. Elbette çok mutlu bir hissiyat. Ama Berlin'e her dönüşümde uzak kaldığım bir huzur hissini yeniden bulur gibi oluyorum..
Havaalanından öğleden sonra eve varmış ve çalışamaz bir haldeyken azıcık düşündüm bunun sebebi ne olabilir diye. Sanırım biraz yalnızlık, biraz zamanın akışının yavaşlaması, biraz kendine ait bir oda, vs. vs.
Feurigstr. 54 de artık ev dediğim yerlerden biri oldu belli ki..

14 Mart 2010 Pazar

Ne var ne YOK? - 3 (Sabah Güneşi)

Görenler bilirler, Azam Palas'ın salonu, muhteşem bir manzaraya olmasa da izlemesi gayet keyifli bir açıklığa bakar. Benim için bu manzaranın en güzel hali sabahlarıdır, zira büyük şans eseri güneş tam evin karşısından doğar. Çoğu sabah henüz karanlıkken uyanmış, duş, üst baş, bilgisayara yerleşip işe koyulma gibi işlere dalmışken, birden hafif pembemsi ışığı fark edip salondaki koltuklardan birine kurulmuşumdur. Ta ki ortalık tamamen çiğ bir sarıya bürünene kadar..
Burada da hep sabahları karanlıkta kalkıyorum ama Berlin'deki odama sadece akşam güneşi vuruyor. Onu da çok seviyorum elbette, hiç itirazım yok. Yine de itiraf etmem lazım, İstanbul'da güneşin doğuşunu fena halde özledim..
Belki bu sabah! :)

13 Mart 2010 Cumartesi

Berghain

İki hafta önce tuulia da buradayken on küsur yıldır burada yaşadıkları için artık Berliner olmuş iki arkadaşla beraber, söylediklerine göre pek meşhur bir techno club'a gittik. Berghain. İkimizin de bu taraklarda pek bezi yok aslında ama merakımız ya da nezaketimiz sevk etti diyelim.
Fakat iyi ki de gitmişiz. Berlin'deki birçok yer gibi bu mekân da son derece şahsına münhasırdı. Meclis kılıklı acayip bir bina, her telden insanın sıra sıra dizildiği JFK gümrüğünü andıran bir kuyruk, kapıda yüzü dövme kaplı, insan sarrafı iddiasında bir izbandut, içerdeki "üstsüz" erkek kalabalığı, hepsi de son derece "seyirlikti".
Zaten biz de şu hayatta neler neler oluyor merakıyla âlemi seyredip durduk.. :)


12 Mart 2010 Cuma

TC'nin DE hali..

Çarşamba öğleden sonra saatlerinde pasaportumun süresini uzatmam gerektiğini fark edince, devlete işi düşen herkesin muhakkak hissetiği o endişe ve bulantı yüklü iç sıkıntısını duydum. Kimbilir karşıma nasıl insanlar çıkacak, gözümde canlanan bu hep asık suratlı adamlara pasaportuma bir gün içinde ihtiyacım olduğunu nasıl anlatıcam, kayıtsız hallerine göğüs gerip nasıl onları ikna edicem, vs. vs.
İnsan haksız çıktığına ancak bu kadar sevinir, ama ne kadar da yanılmışım!..
Berlin'deki Konsolosluk'ta, herhalde hayatımda gördüğüm en nazik memurla karşılaştım. Masasının karşısındaki sandalyeyi gösterip buyrun diyen, "nasıl yardımcı olabilirim hanımefendi"liyen, pasaportumu önündeki yazıcıya koyup, ben daha karşısında otururken (yani bugün git yarın gel demeden, fotokopisini çektirmedim diye azarlamadan, bu fotoğrafı da değiştirin artık diye dalga geçmeden..) şipşak uzatıveren bu şahsiyet, ne yalan söyliim memlekete dair gerçeklik duygumu hafiften sarstı.
Avrupa'nın rahle-i tedrisi mi?..

11 Mart 2010 Perşembe

Gazeteci Dilenciler

Birkaç kez Berlin'de neredeyse hiç dilenci görmediğimi düşündüm. Sonra aklıma özellikle metroda, ama başka yerlerde de karşıma çıkan gazete satıcıları geldi.
Bu insanlar straßenmagazin denilen (zannederim içinde okunacak fazla bir şey olmayan) bir gazete satıyorlar. Gazetenin fiyatı 1.20 ve fiyat ibaresinin hemen altında bunun 80 sentinin satıcıya ait olduğu yazıyor. Yani aslında neredeyse bedava bir gazeteyi para karşılığı satarak örtük ve "saygıdeğer" bir şekilde sadaka topluyorlar. Zaten bir sürü insan da sadece para verip, gazete sende kalsın deyince mesele açığa çıkıyor..

10 Mart 2010 Çarşamba

Asia Laden

Beynelmilel mutfak deyince Berlin'de çeşit çeşit lokanta bir yana, istediğiniz egzantrik yemeğin malzemelerini bulabileceğiniz "etnik marketler" de var - daha önce yazdığım Öz-Gıda herhalde bu kategoride değerlendirilebilir.
Mesela neredeyse her mahallede bir "asya dükkânı" kesin var. İyi ki de var! Hem acayip ucuzlar (yarım kilo soya filizi 50 sent, bir kutu coco milk 70 sent, koca paket kaju fıstığı 1 euro!), hem çok taze sebze meyve satıyorlar, hem de pek şeker sahipleri var - en azından bizim sokaktaki amca pek güleç.. :)
Japon şemsiyeli, çini çorba kâseli, geyşa biblolu kitsch vitrinleri olan bu mağazalar bence her eve lazım! İstanbul'daki girişimci arkadaşlara duyurulur..

9 Mart 2010 Salı

Schwarzfahrer

Paris ve New York'ta görmeye alıştığım turnike cambazları ve peşlerinden kovalayan güvenlik memurlarından sonra, Almanya'da metroya binmeden önce bilet kontrolü yapılmamasına şaşmıştım - iki yıl önce Frankfurt Kitap Fuarı, hey gidi günler.. O zaman herkes biletsiz takılır diye düşünüp, öyle de yapmıştım.
Ama burada yaşamaya başlayınca, yani geçicilikten kalıcılığa terfi edince, ben de herkes gibi aylık kart almaya başladım. Böylece hem otobüse binmek mümkün oluyor, hem de ya kontrolör gelirse tasası duymaya gerek kalmıyor.
Yalnız ne yalan söyleyeyim bu ay sadece part-time burada olacağım için (yaşasın İstanbul :) kart almadım. Bazen tekli bilet alıyorum bazen de burada dedikleri gibi "kara yolcu" oluyorum.. Ama aklıma durmadan Almanca dersinde izlediğimiz şahane kısa film geliyor ve tatlı bir endişe duyuyorum. Şu birkaç gün bana şans dileyin! :)

(Filmi şiddetle tavsiye ederim bu arada: http://www.youtube.com/watch?v=XFQXcv1k9OM)

8 Mart 2010 Pazartesi

Seyyar Çin Böreği

İçkili eğlenceli gecelerin sonunda kardeşin klasiğidir: Muhakkak pis bir şey çakmak ister. Mercan'da kokoreç, Kızılkayalar'da döner, Tek Büfe'de tost.. Berlin'de de gelenek değişmedi ve nice nice hayallenilen falafel böylesi bir pis boğazlığa denk geldi..
Ama esas en güzel abur cubur, benim de istisnai bir şekilde katılım gösterdiğim, Kreuzberg'de mekân mekân gezen amcanın sepetinden aldığımız çin böreğiydi. Nasıl böyle taze - ve hatta galiba sıcak - kalabiliyorlar kestiremiyorum ama geçen gece tuulia'yla da tekrar müşahade ettiğimiz gibi bu börekler nefis! Bir daha görürsem iki porsiyon almam lazım, Berlin'in tadı damağında kalanlar için de yerim hem :)

7 Mart 2010 Pazar

Flohmarkt

Eskicileri oldum olası severim, nerede karşıma vitrini karmançormanla dolu bir dükkân çıksa kafamı şöyle bir uzatmadan edemem. Zamanında dershaneye giderken, haftasonları Salı Pazarı'nın yerinde kurulan eskici tezgâhlarındaki garip eşyalara da bakar dururdum. O pazar uzun zamandır kurulmadığı için, yıllar sonra pazarın tam karşısına taşınmama rağmen hiç keyfini süremedim.
Bu güneşli Pazar sabahı, Susanne bizim mahalledeki Flohmarkt'a gidelim deyince derhal kabul ettim. Hem şenlikli bir yer, bir sürü acayip ve sevimli eşya insanı güldürüyor. Hem de hüzünlü bir yanı var. Belli ki kendi eşyalarını satan fakirler, göçmenler; kimsesizlerin evlerinden çıkan, para vermeden alabileceğiniz koli koli ıvır zıvır; kimbilir bir zamanlar kime ait olan hülyalı bakışlı sevgili fotoğrafları..
Pırıl pırıl güneşe rağmen göz yaşartan ayaz yüzünden gezimizi mecburen kısa kestik, bu karmaşık hisleri de bir haftalığına geride bıraktık..

6 Mart 2010 Cumartesi

dur bir mola ver!

Berlin'deki hayatım yoğun çalışma dönemleri ve kısa molalar şeklinde geçiyor - belki de bütün hayatım.. Ve fark ediyorum ki en beceriksiz olduğum şeylerden biri bu molaların hakkını vermek, tadını çıkarmak. Sanki kenara çekmek, işe ara vermek hafif bir endişe yaratıyor. Sanki her şey hep dolu dizgin gitmeye, akmaya devam etmeli. Aksi takdirde garip bir yeniden başlayamama fobisi hasıl oluyor. Geç kaldım, yanıtsız mailler birikti, blogumu aksattım, yetişmem gereken çok fazla deadline, yetiştirecek bir dünya şey var, gibi..
Halbuki çalışırken de hep dinlenmek, hep mola vermek istiyorum. Galiba okul çocuklarının dersteyken sabırla teneffüs zilini beklemesi, sesi duyar duymaz bahçeye fırlaması, ama birazdan yine ders başlayacak diye düşünüp derhal içinin burkulması gibi bir şey.
Şu okul bitmedi gitti!

5 Mart 2010 Cuma

Benim adım..

İnsan anadilini konuşmadığı zaman birçok şeyden mahrum kalıyor. Hem kendini arzu ettiği gibi ifade etmek daha güç oluyor hem de karşı tarafı anlamak. İsmim aman aman zor olmadığı için iyi kötü herkesin dili dönse de, beni büyük ölçüde rahatsız eden, adımı gerçek anlamda duyamamak. Vurgu yanlış hecede olunca ya da bazı harfler haddinden sert/yumuşak söylenince sanki seslenilen ben değilmişim gibi hissediyorum. Kundera'nın dediği gibi, isimler geçmişle bugün arasındaki sürekliliğe işaretse, yanlış telaffuz varoluşu hafiften sarsıyor..
Yine de kendimi şanslı hissettiren, duyarlı, güzel insanlar çıktı karşıma. Çok şeker bir insan olan ofis arkadaşım Kirsten ve matrak yoga öğretmenim Ute - bu iki kişiyi de gayet sık gördüğüm için ismime hasretimi büyük ölçüde sağalttım diyebilirim.
Hatta geçen gün Kirsten odaya girip, N.. diye lafa başlayınca birden içim ısındı, annemi özleyiverdim! :)