23 Ocak 2010 Cumartesi

İşte güneş!

İnsan bir şeyleri özlediğini, bir şeylere gerçekten muhtaç kaldığını yoklarken geçiştirebiliyor. Ama uzun zaman sonra yeniden belirdiklerinde, aslında ciddi bir yoksunluk, eksiklik devresinden geçtiğini şaşırarak fark ediyor.
Meteoroloji raporlarına göre geçtiğimiz yirmi gündür (sayıyla 20!) Berlin'de güneş hiç görünmedi ve böylelikle 1964'teki on sekiz günlük rekor kırıldı! Herkes bundan bahsederken çok önemsemiyordum, kar yeterince aydınlık duygusu veriyor diye düşünüyordum. Yanılgı, büyük yanılgı..
Bugün masmavi gökyüzünü ve pırıl pırıl güneşi görünce anladım, bu ışık başka ışık. İşte güneş, şimdi acil bir şekilde yaşamak gerek!

21 Ocak 2010 Perşembe

Kopfstand

İstanbul'dayken kendi çapımda yogaya başlamıştım ama doğruya doğru şu geçen birkaç yıldır pek amatörce takılıyordum. (Hemen profesyonel olduğum sanılmasın, lafın gelişi...). O açıdan ilk gerçek derslerimi Berlin'de aldım desem yeridir. Susanne sağolsun, her konuda güvenilir mihmandarım.
İlk zamanlar yaşına başına bakmadan herkesin kafasının, ellerinin, dirseklerinin üstünde amuda kalkabildiğini gördükçe içime darallar basıyordu. Nedense hiç beceremeyeceğime emindim. Ta ki bu haftaya kadar: Her zamanki gibi pozisyonumu aldım, bacaklarımla yeri teptim ("kick" diyor bizim hoca) ve hooop havaya kalkıverdiler!
Şimdi sırtımda kollarımda filan tatlı bir acı var ama bir sonraki dersi iple çekiyorum!

20 Ocak 2010 Çarşamba

Ne var ne YOK? - 2 (Gusto)

Bunu ilk defa Aralık başında Atina'ya gittiğimde, sokaklardaki havalı kadınları adamları görüp, kendimi bir seyir hissinde bulunca fark ettim galiba. Kısa sürede önümden sürüyle "güzel insan" geçti diye düşündüm ve hiç pabuç bırakmadığım stereotipler alemine yuvarlanmama ramak kalmıştı.
Atinalı arkadaşım Anastasia'ya Berlin'deki manzaranın yeknesaklığından dert yanınca, meselenin güzellikten çok bir gusto eksikliği olduğuna - çok yerinde bir şekilde - parmak bastı.
Berlin'li bir arkadaşımın, burada yaşamaya alışkın biri olarak geçen hafta Paris'te çok paspal, çok pespaye hissetiğini, böyle bir "podyum"da uzun boylu yaşayabilmesinin çok zor olduğunu söylemesi de teorinin teyidi oldu.
Şahsen, ben, Paris, je t'aime!

19 Ocak 2010 Salı

Marcel Khalifé

Her kitabın, her şehrin, aslında belki her anının hafızamda müzikle içiçe geçmiş bir tarafı oluyor. Gözümün önüne bazı görüntüler gelirken ya da basitçe fotoğraflara bakarken arkada çalmaya devam eden müziği durduramıyorum.
Berlin'i ve burada geçirdiğim en soğuk günleri hatırlatacak müzik de muhakkak Marcel Khalifé'nin son albümü Taqasim! Meselenin alışveriş boyutunu tamamen göz ardı etmişken bir Weihnachts hediyesi olarak hayatıma girmesi de pek hoş bir tesadüf.
Elke ve Vahé'ye minnettarım, Berlin'e ses getirdiler!

17 Ocak 2010 Pazar

Kar

Dün babam sorunca aklıma geldi birden, iki haftadır neredeyse hiç kar yağmıyor desem yeridir, yine de her yer hâlâ bembeyaz ve sanki daha dün yağmış gibi kaldırımlar, ağaçlar, çatılar kar kaplı.
Babama kar yok aslında ama yerden de kalkmadı deyince durumun İstanbul'daki mevsim normallerinden ne kadar farklı olduğunu düşündüm. Demek ki derece haftalardır sıfırın altında olmaya devam ediyor ve takviye kuvveti almasalar da kar yığınlarının en ufak bir ricat hamlesine niyetleri yok...
Ama şu an itibariyle (Pazar, 12 suları) sevinçle söyleyebilirim ki çok güzel bir kar başladı. Ve bir tatil günü, tasasızca camdan dışarı bakıp, sakin sakin yağan kar taneleri kadar hafif hissetmek gibisi yok!

16 Ocak 2010 Cumartesi

Şans Faktörü

The man who said “I’d rather be lucky than good” saw deeply into life. People are afraid to face how great a part of life is dependent on luck. It’s scary to think so much is out of one’s control. (Match Point, 2005).

Unutuyoruz, geçiştiriyoruz, hatta yok saymaya çalışıyoruz ama hayatımızın gidişatı çok ciddi bir şekilde şans eseri.
Berlin'de bir program olduğunu duymam, uzun zaman kaale almayıp, sonra deli bir anımda ve son anda başvurmam, kabul edilmem, gelmem, tesadüfen bir bara gitmem, falan filan falan filan... Bir sürü tesadüf, şans, şu bu birikiyor ve yıllardır kendime ve eşe dosta söylediğim şeyi esas muhatabına söylüyorum: "seni seviyorum Orhan!"

14 Ocak 2010 Perşembe

Protestan ahlâkı?

Berlin metrosu haftasonu geç saatlerde ellerinde bira şişeleriyle kakara kikiri yapan genç çocuklar dışında oldukça nezih bir yer. Neredeyse kimse yüksek sesle konuşmuyor, yemek yemiyor, ny'ta olduğu gibi makyaj yapmıyor, falan filan...
O yüzden geçen sabah karşılıklı iki koltukta horultulu bir uykuya dalmış hafif punk gençleri görünce epey şaşırdım. Vagona binen herkes de şaşkın bir tööbe tööbe bakışı fırlatıyordu tiplere. Birkaç durak sonra çocuğu inanılmaz gürültü yapan bebek arabalı bir kadın bindi - ki bu da çok istisnai bir şey bu şehirde.
En olaylı metro yolculuğum oldu diye düşünüyordum ki hikâye bir anda farklı bir yöne evrildi. Önce gürültücü çocuk uyuklayan punkçıları uyandırdı. Koltuklarından hafifçe doğrulan gençlerin yanına "işinde gücünde" Berlinerler ilişti. Bu sırada başka bir kadın, genç anne ve çocuğuna anlayamadığım nasihatlerde bulundu. Ve iki istasyon mesafesinde asayiş berkemal!
Sınav sistemi bize başka türlü öğretti ama, iki yanlış bir doğru ediyor belki de bu şehirde... :)

13 Ocak 2010 Çarşamba

Coconut milk

Malum, İstanbul beynelmilel mutfak açısından pek fakir. Birtakım mekânlar varsa da ya sayı ve çeşit olarak çok azlar ya da çok pahalılar. O yüzden de herkes gibi ben de başka mutfakların meşhur yemeklerini hep İstanbul dışında tatmışımdır.
İlk olarak Berlin'de ve şans eseri tattığım ve çok sevdiğim şey, Thai ya da Hint usulü hafif çorbamsı yemeklerdeki hindistan cevizi sütü oldu. İlk Susanne evde bir çorba yapmıştı, sonra Fulya'nın tavuğu, dün de mahalledeki hint lokantası Buddha'da tofu...
Aslında düşünüyorum da, ilkokula giderken de Pınar'ın aromalı sütlerinden en çok hindistancevizli olanını severdim. Evet, herhalde ağacın yaşken eğildiği doğru...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Beyaz geceler

Daha yakın zaman önce karanlıktan yakınırken bu biraz çelişik bir iddia olacak ama, iki gecedir 3-4 sularında sabah olmuş gibi uyanıyorum ve neredeyse kalkmaya hazırlanırken aydınlık hissinin daha doğmasına muhtemelen 4 saat olan güneşten değil, bütün şehri - çatıları, caddeleri, kaldırımları, cam pervazlarını - kaplayan kardan kaynaklandığını fark ediyorum.
İstanbul'un "mevsim normalleri" dışındaki sıcaklarından bunalmış ve soğuk ve kar hasreti çeken arkadaşlara nispet olacak belki ama, cidden kış gibi kışın da tadı başkaymış. Anladım.
Şöyle yeterli enerjiyi toplayıp resmen ormanın içindeki ofisime giderken katettiğim yolu kameraya çekebilmeyi istiyorum. Nasıl bembeyaz nasıl karlı nasıl sessiz sözcüklerle anlatmak mümkün değil ki...

10 Ocak 2010 Pazar

Kedi olalı...

Hayat akıp giderken fark etmiyoruz ama, bi işe yarama hissi güzel bi şey. Çoğunlukla yalnız, münferit, hatta görece bencil hayatlarımızda kendimize odaklı yaşıyoruz ve biri için bir şey yapmanın, sadece ne kadar güzel olduğunu değil, aynı zamanda ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu da unutuyoruz..
Bugün ev arkadaşım Susanne çok hastayken birden bunu hissettim. Sabah ortalarda görünmeyince önce çalışıyor zannettim, sonra çok fena öksürük sesleri duyunca odasına gittim ki ateşler içinde yatıyor. Çay, kahvaltı, çorba filan elimden ne geliyorsa yaptım. Gerçi pek toparlanamadı ama en azından bi şeyler yedi içti..
Sonra düşündüm de, birini hasta görmek hiç hoş değil, ama birine bakmanın, birine iyi gelmenin çok güzel bir tarafı var. Bugün herhalde ikimiz de aynı şeyi hissettik: iyi ki yalnız yaşamıyoruz..

8 Ocak 2010 Cuma

Ne var ne YOK? - 1 (Matisse)

Fark ettim ki başından beri olanlara dair, hikâyenin 'var' kısmına dair kelâm etmişim. Halbuki hayatımı belirleyen sadece mevcutlar değil. Bir sürü şeyin nâmevcudiyeti de (hem iyi hem kötü manada) ciddi bir fark yaratıyor. Ne yok sorusu epey geniş bir cevap vaad ettiği için peyderpey yazmaya karar verdim.
Evet, en birincil meselem Matisse, daha genel anlamda kedi. Sokaklarda hiç kedi yok. Yokyokyok. Evlerinde kedi besleyenler de köpek sahipleri gibi kediciklerini dolaşmaya çıkarmıyorlar haliyle. Velhasıl, görüş alanımdan topyekün çıkan "kedi hayvanı" resmen bir arzu nesnesine dönüştü!..
Evvelsi gün desktop'umda Matisse'in resmini gören enstitütü müdürü şakayla karışık "oh, you are also one of those cat women from Turkey!" dedi. Namımız yürümüş arkadaşlar! :)

7 Ocak 2010 Perşembe

Alışmak sevmekten...


Eve gidince anladım ki Berlin'in bazı yanlarına sevip sevmemekten bağımsız olarak alışmışım, uyum sağlamışım. En bariz mesele şüphesiz meteoroloji minvalindeydi.
İstanbul'da herkes hava serinledi diye brrr modunda dolanırken hiç mi hiç üşümemem, geceleri üzerime yorgan alamamam, kaloriferin ısısının kaşıntı yapacak raddede fazla gelmesi, güneşlenmek üzere Moda'da yürümem, vs... Kuzey Avrupalı turistler gibi bu "güneşli Akdeniz ülkesinde" iliğim kemiğim ısındı sanki.
Elbette bir de işin ironik yanı var. Sopsoğuk Berlin kışında ufacık bir nezle bile geçirmemişken, güneşli İstanbul'dan her nasılsa hasta döndüm. Sinizmi elden bırakmamalı, neden-sonuç ilişkileri hep düşündüğümüzden daha karışık...

1 Ocak 2010 Cuma

Das Silvester und Feuerwerke

Haftabaşından beri anladım ki Berlin'de, ya da belki genel olarak Almanya'da, yeniyıl (Silvester) kutlaması çeşit çeşit irili ufaklı havai fişeklerin durmamacasına patlatılması demek. Hevesine 31 Aralık gecesine kadar sahip olamayan mahalleli zaten günlerdir, gece gündüz bum bum, fişekleri ve ödümü patlatıyordu. Ama tabii ki dün geceki çatışmalarla kıyaslanmaz...
Her köşe başında onlarca insan, her birinde yüzlerce fişek, durmadan ateşliyorlar. Saat 12'yi geçtiği vakit şehirdeki gümbür gümbür bomba sesleri ve gökyüzünün yeşilli kırmızılı renkleri bana 91'den kalma tatsız cnn görüntülerini hatırlattı. Hele sabaha karşı birilerinin öylesine yoldan geçenlere karşı taarruza geçtiğini görünce, sesine bile tahammül edemediğim bu olaydan iyice soğudum...

(Geçen yıl kaydedilmiş şu video bir fikir veriyor... http://www.youtube.com/watch?v=tVVwV191g0E)